31 Aralık 2014 Çarşamba

Güle güle 2014, HOŞGELDİN 2015 :)

Uzun bir aradan sonra herkese merhabalaaaaaar :)
   Aralık ayı genelde bizde sıkıntılı geçiyor çünküüüü üniversitelerde final dönemi. Hemde bu final dönemleri son iki yıldır yılbaşına vuruyor. Tabii bu da bizim gibi ailesinden ayrı okuyanlar olarak, arkadaşlarımızla veya yurtta terlik pijama olaylarıyla yeni yıla girmemize neden oluyor.
   İlk ailenden ayrı ve yalnız geçirdiğim yılbaşında o kadar buruktum ki, bu yıl sanırım biraz alışmışım o kadar zorlanmıyorum :)
   Size bu yazıyı yazarken de yüzüm gülüyor çünküüü uzunca bir süre oldu sizlerle buluşmayalı. Ben de final dönemi bitkinliğimi, yazma yöntemiyle morale çevirmeye çalışıyorum. Ne yazık ki 2 Ocak itibariyle sınavlara devam edeceğiz çünküüüüü :)
   Genel olarak 2014 yılıma bakacak olursak hayatımın en şanslı yılıydı diyebilirim. Instagram sayesinde bir çok hediye edindim ve tabiki blog sayfamın hızla büyümesi ile daha çok kişiye ve daha güzel yorumlara kavuştum :)
   Yalnız başlayan 2013 gecesi daha sonra final sınavlarının devamı ile ilerlemişti.
Aynı şimdi ki gibi :(
   Bu arada yeni yılla birlikte üniversite 4.sınıf öğrencisi oldum. Bu bende şimdiden burukluk yaratıyor. Düşünsenize yıllarca üniversite için çalışıyorsunuz ve sonra o amaca kavuşup, bitirme aşamasına geliyorsunuz. İnsan şöyle bir durup "ee ya sonra?" diyormuş onu farkettim :)
   Ailem gene yılbaşı kolisi göndererek beni çok mutlu etti pardon yılbaşı kolisiyle beraber Kocaeli'den Bartın'a geldiler. Noel Baba'nın aile versiyonu :)
   2014 yılının yaz ayında en büyük hayalim ingilizce öğrenmek adına bir adım attım. Gittiğim kursu birincilikle bitirmekte, bütün yorgunluğumu aldı götürdü. Daha sonra ehliyetimi aldım. En iyi geri geri gidiyorum yuppiiiii :))
   2014 yılının Eylül ayında bende kazınan ve ilkimi yaşatan kötü olay ise "Babaannemin vefatı" oldu. İlk defa yakınımı kaybetmem ve ölümle tanışmam.. İnsan "büyümek isteyerek aptallık ettim" diyormuş. Küçükken bizim büyümemizin, büyüklerimizin de yok olacağı anlamınına geldiğini ne yazık ki akıl edemedik. Bunu anlamamız da ne yazık ki çok geç oldu.
   Bu vefat benim de kendime bakmama neden oldu. Kinci olan yapımı biraz olsun kırmaya ve özür dilemeye başladım. Bu benim için öyle büyük bir olay ki anlatamaaam. Tabi bunları buraya yazarak itiraf etmekte öyle kolay değil :) Ama ben bunu bir açığımı itiraf etmek olarak düşünmüyorum, bu bana küçüklüğümden beri başından geçeni anlatarak mesaj veren babaannemin, son dersiydi.. Seni çok seviyorum babaanne.
   Ve gözlerimizin doluluğunu silerek 2015 yılına girmek üzereyiz. Genel olarak geçirdiğim en harika yıldı. Babaannem bana kimseden öğrenemeyeceğim ve acının; aslında el yanması, ayak kırılması gibi şeyler olmadığını, onun tarif edilemeyeceğini anlatan dersi de, yürüdüğüm bu yolda altın bilezik değerindedir.
   Yılbaşı dileğini yazmazsam olmaz tabi :) Artık televizyonda şiddet gören kadınlar, birbirini katleden aile bireyleri (ki özellikle çocuklar) görmek istemiyorum, Devlet zam yaparken, emekliyi de düşünsün istiyorum. Emekliyi düşünmüyorsa Suriyeli'yi ülkeye almasın yada onlara ayrıcalık tanınmasın istiyorum. (Kusura bakmayın ama biz yurtdışına gitmek veya Avrupa Birliği'ne girmek için uğraşırken; bizim kapımızın her daim ayrıcalıklı olarak açılması bana haksızlık gibi geliyor.)
Eğitim sistemi bir düzene konulsun istiyorum. Herkes severek, okuduğu bölümlerde iş sahibi olsun istiyorum.
   Kendim için Allahın izniyle açıköğretimi de bitirerek, 2015 yılında çift diplomalı mezun olmak istiyorum. Çok çabuk iş bulup, kredi borcumuzu kapatmak adına babama destek olmak ve ufaktan yurtdışı hayalim için para biriktirmek istiyorum. (Bu hayal gerçekleşecek! İsterse 10 yıl sürsün) Sinirlerimi kontrol etmek istiyorum, gıybet yapılan ortamlardan kaçmak istiyorum. Kimsenin hakkına girmek istemiyorum. Helalinden kazanmak, adam gibi yaşamak istiyorum. Bloğumun giderek büyümesini ve belki de çoooook ilerde kitap yazmayı istiyorum :)
   Tabiki en en en önemlisi ise kendi canımdan çok ailemin sağlıklı ve mutlu olarak benimle olmasını diliyorum. Allahım lütfen ölüm bizden uzak dursuuuun :(
   Herkese sağlıkla, dileklerinin gerçekleşeceği ve sevdiklerinin yanında olacağı mutlu yıllar diliyoruuuuum :)
   SEVGİLEEEER :))
 

30 Kasım 2014 Pazar

Kayıplara ve Yaşanmışlara

Arada kalbimin yerini yokluyorum bende.
Arada dönüpte sesine kulak veriyorum.
Atmıyor, hiç ses yok..
   Tekrardan heyecanlanması, tekrardan kıpırdanması için neleri mi vermezdim? Olmuyor.. İnsanoğlu bir o kadar aşka düşmek isterken bir o kadar da korkabiliyor. El ele tutuşanları görüp iç çekerken, elini tutmak isteyenlerden kaçabiliyor. Bazen tek istediği "günaydın sevgilim" mesajı iken, bazen günün ortalarına doğru arkası kesilmeyen mesaj trafiğinden sıkılabiliyor.
   Böyle insanoğlu var, tıpkı BENİM gibi..

Bir o kadar yorgun, bir o kadar güçlü hissediyorum. Ben incitecek kimse yok, birinin dırdırını çekmek yok, acaba şimdi napıyordur? sorusunu sorduran yok ve daha niceleri...
   İyi ki  de yok diyorum kendime. Önceden sevdin de noldu? Aldatılmayı mı sayayım yoksa seninle olmaya gücü yetmeyeni mi? Yalancıyı mı yoksa ümit vereni mi? Çeşit çeşit insan ve eminim her birimizde anlatılması beklenen çeşit çeşit hikaye..
   Oysa şimdi kendimi evi olmayan, sahipsiz, soğuktan donmuş, bir köşeye sinmiş bir kedi gibi hissediyorum. Biri başımdan okşasa nasılda peşine takılıp gidesim var.
   Sonra bir şey oluyor, ne oluyor tam bilmiyorum. Birden o eski, dik duran kişi çıkıyor karşıma. "Kızım sen neden akıllanmıyorsun? Sen hala anlamadın mı? Sen yalnızken en güzelsin. Bıktım ben seni uyarmaktan" diyor ve ortadan kayboluyor. Ve bende beni okşayan eli itip yürümeye devam ediyorum.

Yaşanmışlıklar, geriye bırakamadıklarımız, taktığımız maskeler ve daha nice nedenler bırakmıyor peşimizi. Oysa hiç düşünmeden, şüphelenmeden, sorgusuz sualsiz sevebilseydik birbirimizi. Belki bu kadar yalnız kalmazdık hayat perdesinde.
   Şimdi bir yanım aşka hasret, bir yanım eski benliğime.
   Nerede o özgürce koşan kadın? Nerede "ben sevmeyi seviyorum" diyen deli gönül?

En güzeliydi çocuk kalmak, büyükler haklıymış. Böyle dertlerimiz yoktu, kalbimizde ne varsa dilimizden de o dökülürdü ve ne önemlisi de sevdiklerimiz yanımızda olurdu.
   Büyüdükte ne oldu?
   Masadan kalktı birer birer dostlar, kimi büyükleri toprağa vermişiz, sevdiğim adam hani nerede? Kim bu yüzünde kırışıklıklar olan kadın? Kimin bu düşünceli çehre?

Büyüdükte ne oldu sanki? Ben size söyleyeyim.
Yaş basamağımız iki haneli,
Kalplerimiz yamalı.
Cebimiz gelecek umudu,
Dilimiz yaralı.

8 Kasım 2014 Cumartesi

Allah'ın Selamı

Bugün sizlere aslında bir iki hafta önce başımdan geçmiş ama araya vize sınavlarım, hastalıklar derken yazma fırsatı bulamadığım bir olay anlatacağım.

     Her zamanki rutin günlerden biri, sabah kalkıyorsunuz, hazırlıklar, okula gitme vs. akşam oluyor okuldan çıkıyorsunuz, yorgun argın geldiğim yurdumda yemekhaneye saldırdım. Her zaman oturduğum bir masa vardır benim, fix yani kaçınılmaz. -Doluysa o ayrı tabi- her neyse aldım yemeğimi oturuyorum, masamın bir ucunda da tanımadığım bir kız yemek yiyordu. -Bu arada şunu da vurgulayayım "kız" diye bir cinsiyet yoktur. Kadın ve erkek vardır. Lakin biz bunu insanlara öğretmek yerine sırf henüz yaşı küçük imajını vermek adına "kız" diyoruz. Yoksa bu kelimeyi kullanmıyorum. Doğrusu budur yani, sizde bilmeyenlere öğretin- Oturdum bende masanın diğer ucuna. Bir iki kaşık aldıktan sonra biri bana "afiyet olsun" dedi. Kim diye bakınıyorum ortada biri yok. Tanımadığım yabancı bana bakıp, gülümsüyor. İçimden Allah Allah bu kız ne diye gülümsüyor diyorum. Gene yemeğe devam. Tekrarlanıyor cümle. "AFİYET OLSUN" Ve yine kimse yok. En sonunda o yabancı kıza -artık nasıl bir bakış attıysam- bakıyorum.

      Sorgular gibi baktığım kesin. Kız direk açıklamada bulunuyor. "Bana öyle bakma. Seni tanımıyorum, sende beni tanımıyorsun. Sadece afiyet olsun demek istedim. Bunu demek için arkadaş olmamız gerekmiyor öyle değil mi?" dedi. Şaşkınlıktan küçük dilimi yuttum. Ne biliyim genelde insanlar masada yabancılara güler bir yüzle, afiyet olsun demez ki. En azından ben o güne kadar hiç denk gelmemiştim. 

      "Kusura bakmayın" dedim. "İlk defa başıma geliyor, ne güzel bir duyguymuş. Size de afiyet olsun. " dedim.

      Yemeğe devam ederken kızın söylediği sözler resmen içime oturdu. Utancımdan yerin dibine girdim ve kendimi baya ayıpladım. İşte konuşmanın bitirici sözleri:
"Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Allah'ın selamını vermek sünnettir. Neden aynı masaya oturan iki yalnız olarak selam vermeyeyim ki? Başka masada da olsan söylerdim. Tanımam gerekmiyor, aynı nimeti yiyen insanlarız biz." dedi. 

      Ekmeğin boğazımda düğüm düğüm olduğu ve gözlerim dolduğu doğrudur. O kızı tanımadım ama birden benim için herkesten önemli bir hale geldi. Benimle yaşıttı ama kendimden çok daha büyük gördüm bir an, çok daha olgun ve kesinlikle günümüz gençlerinden özgün. 

     "Çok teşekkür ettim, keşke herkes senin gibi olsa" dedim. Kusura bakmayın böyle olaylar günümüzde pek yaşanmıyor. İnsanlar tanımadıkları insanlara bırakın "afiyet olsun" demeyi, yolda yürürken üstüste çıkıyor."

Böyle bir devirde, bu davranış. Bana pes dedirtti! O pes kelimesini hem kıza söyledim, hem de kendime. Ben bu davranışı hiç gösterememiş ve hayatıma kollarını birbiriyle çarpıştıran ve sonrada dönüp özür dilemeyen insanlardan farksız devam ettiğim için çok üzüldüm. Belki ben dönüp özür dileyen biriydim lakin benden çok daha üst düşünceleriyle mükemmel yaşayan insan vardı.

     Önemli olan kim olduğunuzu ve kimseye benzemediğinizi keşfetmek. Evet, kimse dünyaya çivi çakmayacak. Ve evet acımasız bir gerçek var ki ölünce bir süre sonra unutulacağız. Lakin ölmeden önce bile, birinin hayatında bu tarz etki yaratmak, bence herkesin şanını yürütür. Tıpkı adını hala bilmesem de davranışını asla unutmayacağım bu kız gibi. 
Sevgilerle..

7 Kasım 2014 Cuma

Saygıdeğer Kaybedenler Sakinleri

Bu sefer size gecenin kör kuyularından yazıyorum.
Sokaklarda, caddelerde kulağınıza sessizce fısıldayan bir rüzgar, çantanızda kimlik bilgileriniz, biraz para, belki birkaç anı veya fotoğraf alarak yola koyuluyorum.

    Bu benim içime olan bir yolculuk olacak. İnsan gideceği her yere otobüs bulur da, içine bir türlü yol bulamaz. İşte bu gece, ben o yolu bulmaya gidiyorum.
    Aklımın başıma gelmesi ve sevda denilen lanete yüreğimin düşmesi bir hayli zaman önce oldu. En yakın arkadaşımı ve aslında "beni sevdiğini" sandığım adamı içime gömeli çok uzun zaman oldu. Benim gibi, bizim gibi insanlar hayatının geriye kalanını ne yazık ki "şüphe" diye bir kavramla geçiriyor. Artık bir insana bakarken kaşını, gözünü değil, acabalarını görüyorsunuz. İnanmak istiyor ve bir o kadar da insanlar kaçıyorsunuz. Sevmek istiyorsunuz ama yalnızlığa olan bağımlılığınızı da bırakamıyorsunuz.
    Peki neden mi böyle yaşıyoruz? Eğer biri gömdüklerimizi keşfederse, tekrar enkaz altında kalmayalım diye kaçışlarımız.

En kötüsü de enkazdan kaçmaya çalışırken, o enkazın içinde yaşamaya çalışmaktır oysa. İnsanoğlu bedenini her yere taşır, kendini her yerden kaçırır lakin kendisinden kaçamaz. Ben bu gece kendimi kaçmaya değil, kendimi bulmaya gidiyorum. Yanıma tüm enkazlarımı, sevinçlerimi, acılarımı, pişmanlıklarımı, kısacası her şeyi alıp gidiyorum.

Oysa insan büyüdüğünün farkına bile varmadan ne fırtınalar atlatıyor içinde.
Farkına varmıyor saçlarına aklar düştüğünün, farkına varmıyor gözaltı kırışıklıklarının.
Eğer sizinde içinizde bir enkaz varsa, hatta belkide birden fazla. Yaşamak için direnin olur mu?

    Bir neden de aramayın yaşamaya, keşfedilecek yerleri düşünün. Yolculuğa çıkın, biletlerini saklayın böyle bir sürü anınız olsun ama bunlardan önce içinize yolculuk yapın olur mu? Hiçbir yol, hiçbir yolculuk içinizdekiler kadar virajlı, bir o kadar da keşfedilmeye değer olamaz.

Biz, yani saygıdeğer kaybedenler sakinleri, kaybettiklerimi keşfetmeye ve henüz elde etmediklerimizi bulmaya hazır mıyız?
İki kişilik biletim var eğer gelirim diyorsan sende iki kişilik biletini al ve gel. Böyle bir zincir olunsun, sebep olalım insanlara.
Hep beraber dünyada hala umut var mı yok mu ona bakalım? Dünya üç beş iyi insanın selameti üzerine dönüyor derler, gidip o üç beş insanı biz bulalım..

28 Ekim 2014 Salı

Bir Biz Güzeliz, Diğerleri Hep Çirkin :)

"20.yüzyılın içinde geri kafalılık" diye bir şey gerçekten var. Mesela ben öyle biriyim. evet teknoloji güzel, sosyal ağlar hoş fakat çağın modası mesaj çekmeyi seviyor diye, ben dolma kalemle mektup yazmaktan nasıl vazgeçerim?
  Kimse kitap okumuyor diye ben kitap kokusundan vaz mı geçmeliyim?
  Benim beğendiğim tipler, beni beğenmiyor diye kilomla kavga edip kendime mi küsmeliyim? :)
  Herkes yalnızlıktan dert yanarken ben sevmekten korkmalı mıyım?

Komik ama evet, bunca zaman bunların hepsini yaptım. Topluma ayak uydurdum, yemek yemediğim günlerimi biliyorum ben :) Ama bu tam bir saçmalık! Bu tecrübeyi edinmekte her zamanki gibi zaman aldı.

Şimdi ise masaya oturduğumda yüzüme beş dakika bile bakmayan insanlar için kelimeler sarfetmek o kadar anlamsız ki.. Zamanıma yazık, kelime dağarcığıma bile yazık :)

Oramı buramı açıp resim çekilmediğim için, sokaklarda sırf yanımda biri olsun mantığıyla değil de yalnız yürüdüğüm için, kalemim hiç elimden düşmediği için ve daha bir sürü sebep için kendimle gurur duyuyorum.

İyi ki eski kafalıyım, iyi ki konuşurken utandığım konular var, iyi ki saçma bile olsa bir insanın gözlerine bakıp anlattıklarını dinleyecek  kadar terbiyem var.
İyi ki kitaplarım var.
İyi ki çok kilom var -sırf insan bedeni için gelen erkekleri savmaya birebir- bence deneyin :)
İyi ki umudumu tam kestiğim anlarda, beni tekrar hayal dünyama döndüren müziğim, kulaklığım var..

Bu dünyada yaşanılacak çok iyi ki var..
Ama bu iyikilerinizi keşfedecek ve değerli bir madenmiş gibi el üstünde tutacak çok az insan var..
Unutmayın, sizden bir tane daha dünyaya gelmeyecek..
Ve siz tekrar doğmayacaksınız!

O yüzden kimse için kendinizden ödün vermeyin ve değmeyen hiçbir şey için de zamanınızı heba etmeyin.. Sevgilerle :)

19 Ekim 2014 Pazar

İYİYİM BEN

Ne kadar kolay değil mi?
"Nasılsın? Ne yapıyorsun?" diye sorarlar, bizde birden "iyiyim" diye cevap veririz.
Cidden iyi miyizdir acaba?
Cidden her şey yolunda mıdır?
Bunu düşünmeye vakit olmuş mudur? ya da bunu düşünmeye cesaret bulmuş muyuzdur?
    Çok kolay söylemesi işte, Rutin giden günler gibi .Aynı adınızı söyler gibi bir anda çıkar ağızdan. "İyiyim"

Aslında o iyiyim kelimesi neleri taşır o bedende kim bilir. Kaç gece ağlanılır da sabaha gülümser insan. Bunu yalnızca dili olsa da konuşsa dediğimiz duvarlar bilir.

Şimdi ben size çok kolay bir şekilde "iyiyim" diyeceğim. Sizde buna inanın nolur,
Zira biri fark ederse iyileşmediğimi, biri fark ederse o maskeyi.. Baştan başlayacak kanamaya bu yara. Tutmaya başladığı kabuk yeniden kalkacak yerinden.

Birine yürekten dokunmayalı ne kadar zaman oldu bilmem. Bu duvarlar daha nelere şahit olacak onu da bilemem.

Ama insan sormadan edemiyor yinede..
Cidden iyi mi geceler?
Cidden iyi mi bu et parçasının içindeki ruh?

13 Ekim 2014 Pazartesi

Üç Noktası Sonsuzluğa Uzanmış Cümleler

Sonra anlatırım diyerek yarım bıraktığım o kadar cümlem var ki benim..
Anlatsam bile insanların anlayacağına inanmadığım bir sürü boş cümle..
    Merhaba. Ben boş kağıtlara içi dolu cümleler yazan. Yazmaya çalışan, yazdıkça kendini keşfedilmemiş bir mücevher sanan. Bir yerlerde hem kalbi kırık, hem umutla bekleyen kız çocuğu. İnsan kaç yaşında olursa olsun çocuktur değil mi biraz? Şimdi yaşın ne önemi var.
    Ben senin ruhuna dokunmak istiyorum. İnsan bedeni güzelleşir, kırışır ve çürür. Bir halisülasyondur gördüğümüz. Bir sihirdir yaşam. Sadece sihirbazlar gibi bir anda göstermez hünerlerini. Bazen acı çekerken uzimut ışıklarıyla gelir, bazen hayatınızın en önemli insanlarını yok ediverir. Biz buna ölüm deriz ki ölüm olduğunu da biliriz. Yine de yarına yapacak işler biriktiririz. Kalbimiz yine de yanar birileri için. Yine de dilimizi tutamayız kimi zaman. Kimi zaman farkında olmadan mutlu ederiz birilerini. Yazın kışı, kışın yazı özleyen insanlarız biz. E biraz da geç fark ediyoruz her şeyin güzelliğini, kıymetini..
    Demem o ki gördüğümüz bu bedenlerden çok daha fazlası var içimizde, ruhumuzda. Söyleyemediklerimiz, yazıp yazıp sildiklerimiz, özlem biriktirdiklerimiz, toprağa verdiklerimiz, üç nokta koyduğumuz fakat devamını getiremediğimiz birçok cümle var. Sesi kulaklarımızda yankılanan, gözlerimizin kapattığımız o saniyeler içinde beliren insanlar var. O insanlar ki sadece bedeninize dokunmadılar. Ruhunuza, kalbinize, en içten duygularınıza, binlerce kilit vurduğunuz bir gün açığa çıkmasından korktuğunuz korkularınıza, sevdalarınıza..
    Ve sonra gittiler.. Kimi sizde gördüklerinden korktu, cesaret edemedim sizin gibi. Kimi uğraşmak bile istemedi. Zaten en derine kadar gidilmeyecekse neden denize dalınır ki değil mi? Sevdanın en koyusu yaşanmayacaksa neden bu Leyla ile Mecnun'lar?
    Kimi ise toprakta nur içinde yatıyordur artık. Geride hatıralar kokan fotoğraf albümleri kalır, üç beş eşya, bir mezar taşı.
    Hepsi acı. Ve biz bütün bu acıları yaşarken hayatın devam etmeyeceğini düşünüyoruz ya orası daha acı. Çünkü hayat devam ediyor. Sihirli değneği ile bir dokunuyor, akrep yelkovanı kovalıyor sanki. Bu nasıl hız? Siz farkında bile olmuyorsunuz ama hayat devam ediyor. Sizi gene içine çekiyor, acının içine merhemini de saklıyor ve sizi yine o iyileştiriyor.
    Allah acı, keder vermesin diye bitirmek isterdim lakin verecek bunu sizde, bende biliyoruz. Allah bize dermansız dert vermesin demek çok daha doğru değil mi?
    Ben her insanın içinde bir inci olduğuna inanıyorum. O incinin bulunması içinse en derine inilmesi gerektiğine.. Rabbim ruhumuza dokunacak, yaralı ruhları iyileştirmemize olanak sağlayacak insanlardan eylesin. (AMİN)
   

KÜÇÜK BİR NOT!
    Bugün babaannem vefat edeli 40.gün
    Kelimelerin bile tıkandığı noktalar vardır, yutkunamaz böyle düğüm düğüm kalır ya boğazınız işte o durumdayım. Burada tekrar mekanı cennet olsun diye dualarımı iletiyorum. Sizinde anlatmak istedikleriniz varsa, saçmada olsa, cümleleri birleştiremeseniz bile bana iletin olur mu? Bu geceki yazım biraz sohbet havasında oldu. Kendinize çok çok iyi bakın, Sevgilerle..

29 Eylül 2014 Pazartesi

Gökyüzü Hala Bizim

Ama bir şey var ki, boğazımı düğüm düğüm eder hala.
O şey ki geceleri uyutmaz.
O şey ki şarkılardaki nota, yemekteki bir koku..
O şey ki ciğerime düşen ateş, gözlerimi doldurur..
    Artık daha sessiz günler. Karanlık artık daha da koyu.
    Aydınlık bir gelecek var biliyorum ama ben büyümeyi hiç sevmiyorum. Ben büyüyorsam annemle, babam aynı yaşta kalsın. Onlar hiç gitmesin istiyorum.
    Bir gün açıklayıcı cümleler kurmadan gözlerimle anlaşılmak istiyorum.
    Bir erkek tarafından delice sevilmek istiyorum. Zamani gençleri gibi değil ama eski kafalı olsun istiyorum. Bana son model telefonuyla sıradan mesajlar yazmak yerine, kitap mısralarından alıntılarla günaydın yazsın istiyorum.
    Babaannem beni gökyüzünden izlediğinde gurur duysun istiyorum. Ki o gittiğinden beri, ben yanlış bir şey yapmaktan korkuyorum. Beni yukarılardan izleyecekte, üzülecek diye aklım çıkıyor bazen.
    O gittiğinden beri içimdeki öfkeyi atamıyorum. Hayata değil isyanım..
    Benim isyanım, büyümek zorunda olmama.
    Benim isyanım, hayatın içindeki insanlara.
    Benim gibi ölüm acısı yaşayanlarda var hayatta. Sevgilisinden ayrılan da..
    İstediği oyuncağı aldıramadı diye babasına kızan çocuklar da var, ergenliğe girmiş depresyonda olanlar da...
    Kimi ailesinden uzakta okumakta, kimi bayrak altında vatanı korumakta..
    Kimisi son model arabasıyla sokaklarda, kimileri şu an dedikodu yapmakta..
    Belki tam da şu an bir bebek dünyaya geldi, ailesi mutluluktan uçmakta..
    Belki de birileri hayata gözlerini yumdu, geriye kalan ailesi dağılmakta..
    Her birimizde çeşit çeşit acı, çeşit çeşit dert. Her birimizde hayat kaygısı, her birimizde geçinme sıkıntısı. Hepimizin kalbinde bir sevda. Yani anlayacağınız hepimizin başında var bir bela. Herkesin acısı kendine büyük. Herkesin sevdayı anlatışı farklı.
    AMA UNUTMAMAMIZ GEREKEN NOKTA VAR Kİ; İsteklerimizin bitmediği bu dünyada, yarın gözlerini yumacak olan belki sensin, belkide benim.. O yüzden mirim;
Sabah kalktığın için şükretmeyi unutma,
"Seni seviyorum" demekten gocunma,
Tabağına yiyeceğin kadar yemek al, israf yapma
Büyümek için acele etme yada yaşlandığını kabullen, estetikle falan uğraşma.
    Çünkü insan her yaşta insandır. İnsan, her ırkta insandır. Lakin insan kalmak, insanlığımızı unutmamak çok başkadır.
    Bu yüzden mirim, göreceğimiz aydınlık günlerimize gelsin bu yazı. Aydınlık günlerimize ve gözlerini bu dünyaya yumsalar da, yüreğimize dokunanlara gelsin.. Unutma, gökyüzü hala bizim ve sen her halinle çok güzelsin..

15 Eylül 2014 Pazartesi

Babaannemin Gidişi ve Hayatın Devamı

O gün..
Aslında her şeyin bittiği ve bir o kadar da yeniden başladığı o gün..
Günlerdir içimde bitmek bilmeyen yangın..
Öyle ki, bu yangın hiç sönmüyor..
Ben bilmezdim, birini kaybetmenin acısını bilmezdim senden önce..
Babaanne!
    Evet dünya faniydi, dünya ölümlüydü, içindekiler yalandı. Evet hepsini biliyorum. Doğduğum günden beri, adımın kulağıma ezan okunarak söylendiği ve yine o ezanlar sonrasında bir sela ile ölüm haberimin verileceğini anladığım o günden beri. Evet biliyorum, ölüm var.
    Her ne kadar bu gerçekle yaşasakta, o an gelince yani ölüm anı gelince, o gerçekler kabul edilmiyormuş. Bunu en yakınımı kaybetmeden önce bilemezdim. Ne yazık ki bazı tecrübeleri edinmenin bedeli çok ağır.
    Günlerden 4 Eylül 2014/ Perşembe. Saat 14.00 civarı çalan bir telefon. Sokağın başında iki tane ambulans. 45 dakika uygulanan kalp masajı. Ve o kalp masajlarına rağmen hayata dönemeyen Şefika Molla.
     Bunları yazarken bile hala inanamadığım, bir yerden çıkıp gelsin diye her kapıya uzun uzun baktığım bu günlerde ne yazık ki babaannemi kaybettim. Lütfen "ne yazık ki" sitemimi isyan algılamayın. İsyan etmiyorum ama bu durumu tarif edecek cümlelerde bulamıyorum. Bazen saatlerce ağlıyor bazen ise hayatın akışında onu bir dakika bile unuttuğum için kendime o kadar kızıyorum ki.
    Hayat öyle acımasız ki sevgili okur, hem tarifi olmayan acılar yaşatıyor, hem de o acılara alışabilmemiz için "unutmak" adında bir merhem uzatıyor. Halbuki bu acının, bu eksikliğin ilacı "unutmak" olmamalıydı.
    Kim unutmak ister ki? Kim hayatına aniden yerleşen bu boşluğu "Hayat devam ediyor" sözleriyle doldurabilir? Öyle diyorlar insanlar. Hayat devam ediyormuş. Sanki biz bunu bilmiyormuşuz gibi, Sanki bunu söyleyince sihirli bir değnekle her şey yoluna giriyormuş gibi. Onlar bilmiyorlar, lakin bunu milyonlarca kez söyleseler de, biz özlemeyi ya da ağlamayı bırakmıyoruz. Onlar bunu hala bilmiyor..
    O güne dönecek olursam, kapı açıldığında eline sarıldığım o kadın, buz gibiydi. Çok geçmeden cenaze nakil aracı eve geldi. Ve hayatımda bir daha asla görmek istemeyeceğim iki yabancı, babaannemi kucakladı ve gitti. O an aklımdan tek geçen 78 senelik bir devrin burada bittiğiydi.
    İçime düşen boşluk bir yana, en çok kızdığım, hiç bir şey olmamış gibi hayata devam etmek zorunda olmamızdı. Hem de öldüğü gün, hemen başlamak zorundaydık. Bazı şeyler bu kadar kolay olmamalıydı. Bu kadar acımasız.. Bu kadar duygusuz.. Ve bir o kadar da mecburi..
    Söylenecek o kadar çok söz var ki sevgili okur..
    Ama sözlerin bile düğümlendiği noktalar var.
    Onu bir gün unutmaktan çok korkuyorum ve en önemlisi ise bunun hemen olmasından korkuyorum. Çünkü kaç sene yaşamış olursa olsun, bir insanın kaybı "unutmak" kelimesi ile aniden merhem olmamalıydı. Bir insanın yokluğu bu kadar kolay kabul edilmemeliydi. Hayat acıma saygı göstermek zorundaydı. Bunu yapmalıydı!
    Şimdi dışarıdan gören insanlar sanıyor ki ben çok güçlüyüm. Duygularını yazarak ifade eden biri olarak, bu içimde yaşadığım duygunun bir damlası bile değil. O tarifi imkansız boşluk, henüz bu satırlarda değil.
    Bunlar Şefika Molla'nın gidişinin acı tecrübelerine bir adım.
    Bunlar olsa olsa bir genç kızın babaannesine duyduğu özlem ve anısına ait nacizane bir kaç satır..

21 Ağustos 2014 Perşembe

BİR GENÇ KIZIN HİKAYESİ

Bazen boğazınızda bir düğümle dolaşırsınız. Unuttuğunuzu, en derinlere gömdüğünüzü düşündüğünüz bu düğüm, hala çözülmeyi bekler oysa ki..
   Yutkunurken, nefes alıp verirken, yemek yerken, konuşurken.. O daima oradadır. Bir şey olduğunu bilirsiniz ama çözüm bulamazsınız ya hani. İşte o kursağınızdaki hevesler, gerçekleşmesini umut ettiğiniz hayaller, keşkeler, pişmanlıklar, çocukluk dönemi, evliliğinizin ilk yılları belki.. Ne varsa aklınıza gelen, nerede kaldıysa o düğüm. İstediğiniz kadar unuttum deyin, o düğüm daima orada.
   Her birimiz oyuncuyuz aslında, ünlü değiliz sadece. Henüz tanışmadık, belki bir gün yollarımız kesişecek ve siz benim hayatımın sergilendiği pembe dizede başrol oynayacaksınız. Belki ben size başrollüğü yakıştıracağım ama siz bunu istemeyip, bende geçip giden bir anı olarak kalacaksınız. Yani düğümlerime, bir düğüm daha atacaksınız. Unutmak için, her şey yolunda pozu vermek için oyunculuğu devam ettireceğiz. Ta ki bir gün perde kapanana ve sahne bitene kadar.
   Dönüpte filmimi izleme olanağım olursa şayet, oyunculuğun hakkını vermiş olmak istiyorum. Öyle bir oyunculuk ki bu "tüm söylemek istenilenler yarım kalmış". Bu öyle bir oyunculuk ki yalnız başınıza ağlamışsınız, keşke demişsiniz, ailenizi kaybetmişsiniz, şarkılar yaranızı deşmiş, kitaplar yatak arkadaşınız oluvermiş.
   Şimdi söyler misiniz? Hala oyuncu olmak ister miydiniz?
   Hıçkırarak ağlamak gerekir bazen, olsun varsın ağlayın..
   Bazen haykırmak gelir gerçeği içinizden..
   Bazen zor olsa da beklemek gerekir, sakin olmak için.. Öfkeyi atmak için..
 
Ben bugün perdelerimi henüz indirmemişken, kulağımda bir müzik ve karşıma aniden çıkan bir fotoğraf karesiyle geçmişin tozlu raflarına dokundum.
   Düğümler hala oradaydı ve ben onlara dokunabiliyordum...
   Hala perdeler inmemişken..
   Bir umut vardı, Düğümleri çözülmüş kadınlardan olmak için..
   Bir umut daha vardı,  O düğümlere dokunabilecek insanları bulmak için..

Artık elimde bir düğüm ve bir umut var.
Perde de ise BİR GENÇ KIZIN HİKAYESİ..
 

14 Ağustos 2014 Perşembe

Bir Küçük Polyanna

Sıcak bir Ağustos gününde, kesinlikle yapılmamalı listenizin en başında kesinlikle bankaya gitmemek olmalı. Bence hiç bir insan yaz ayının en güzel dakikalarını o sırada çekmemeli, çekmesin..
    Tam da böyle düşünürken ve hala elimdeki sıra numarasının gelmesini beklerken, etrafıma bakınmaya başladım. Daha doğrusu bakınırken bir çifte diktim gözlerimi. Sağır ve dilsiz bu çift, beden diliyle ve el işaretleri ile anlatıyordu dertlerini. Ne kadar doğal ve ne kadar etkileyiciydi. Benim gibi bir çok insan da "Acaba bunlar ne demek istiyor?" der gibi çifte bakıyorlardı. Aşkta kazanamadığımız gerçeği banka sırasında bile insanın yüzüne vurulur mu? Bu haksızlık :)
    Bu düşüncelerle boğuşurken; kendi boşluğumda, kendi hayal dünyamda huzuru yakaladım. Kimsenin yıkamayacağı, ben dahil etmezsem katılamayacağı, beni kimsenin yargılayamayacağı, içimden hangi çılgınlıklar geçiyorsa, gerçekte beni durduran ne varsa hepsini çöpe attım. Artık kulaklığımdaki müziğe ve hayallerimin kollarına teslimdim.
    Öncelikle "bu okul bitme arkadaş" dediğim zamanlarımı hatırladım. Ne yazık.. Artık büyümek için kudurduğum ve mezuniyeti iple çektiğim zamanların ne kadar da saçma ve bencilce olduğunu farkettim. Üniversite son sınıf öğrencisi olarak, bir daha en baştan teklifi yapılsa bir dakika bile düşünmez, kabul ederdim. Sonra başladığım noktayla, şimdiki zamanı kıyasladım. Şimdi savaşmam gereken daha büyük sınavlar vardı. kesinlikle yabancı dil öğrenmeli ve tabiri caizse bir işe girmek için kendimi pazarlamalıydım. Sonrasında girdiğim işte de satacağım ürünleri! Sonra evlenmeliydm, çocuğum olmalı ve anne olmalıydım. Yani benden beklenen buydu öyle değil mi?
    Aslında hayatımıza sıraya sokan sadece ailelerimiz değil, arkadaşlarımız da. 21 yaşındayım ve kız kıza oturduğum zaman erkek arkadaş ve evlilik hayallerinden bahseden kız tayfasındayım. Halbuki 10 yıl önce böyle bir derdim yoktu. Bu kesinlikle bize açılmış büyük bir savaş! 10 yıl önce para kazanmak için telaşım da yoktu. Elimdeki 10 lirayı harcamaya kıyamazdım çünkü. Şimdi öyle mi? 10 lirayla alınacak şeyler çoktan belli.
   Sonra farkettim ki yaşlanıyorum ve bu sahnelerden hiç hoşlanmadım. Sildim bütün senaryoları ve kendi hikayemin senaryolarını yazmaya başladım. Kesinlikle yurtdışına çıkmalıydım, kesinlikle yazmaya devam etmeliydim, kesinlikle fotoğraf çekme tutkumdan vazgeçmemeli, müzik dinlemeyi asla bırakmamalıydım. Gün içerisinde kesinlikle deniz kenarına uğramalı, kitap okumalı ve yanımda sevdiğim adam olmalıydı. Kimseye beğendirmeye çalışmadığım, kimsenin sesini duymadığım bir hayat.. Huzur dolu bir hayat.. Ve gün gelip pişman olduğumda kendi vicdanıma hesap vereceğim hayallerle dolu bir hayat..
   Bu hayalleri düşünürken de bir başka çiftin tartışma sesiyle irkildim  ve gerçek hayata geri döndüm. Tanrım sanırım hala küçük bir Polyanna olarak kalmalıyım..
   Hayat YİNE mesajını vermekte gecikmiyor ne yazık ki! Gerçek hayat bu kadar kusursuz değil..

7 Ağustos 2014 Perşembe

Aynı Yıldızın Altında/ The Fault In Our Stars

Hani bazen bir film izlersiniz ve etkisini üstünüzden atamayacağınızı düşünür, belirli bir süre o filmle birlikte yaşarsınız ya. Şu an ki durumumun tarifi tam da bu.
   Aynı Yıldızın Altında (The Fault In Our Stars) bu bir kitaptan çeviri. Yazar John Green kitabını okumak için malesef ki vakit bulamıyordum ama filmine gitmek için kendime söz vermiştim. Sonunda bugün bu fırsatı yarattım. Aslında film klasik bir aşk hikayesi. Kanser hastası bir genç kızın hayatıyla başlıyor film. Kız realist yani başına geleceklerin farkında ve ölmeyi kabullenmiş, hayattan kopmuş. Ailesi ve doktorunun israrı üzerine psikolojik bir destek grubuna katılıyor. Kendisi gibi kanserin türlü çeşitleriyle savaşan insanları görüyor ve içlerinden genç bir çocuğa aşık oluyor. O andan itibaren, kızın ve tabi ki ekran başında izleyenlerinde büyüsüne kapılacağı hikaye başlıyor.
   Peki film neden etkiliyor? diye soracak olursanız. August yani genç erkeğin hayata bakışıyla, benim bakışım hemen hemen aynı. Tek bir fark var: umudumu kaybetmekle, onu kazanmak arasında direniyorum. Küçükken psikolojik destek grubuna katılan biri olarak şunu demeliyim ki etkileri oldukça fazla. İnsanların ortak korkusu "ölüm" Benim ki ise "yalnız ve hatırlanmayacak bir hayat korkusu".
  Her zaman en azından birinin hayatını değiştirebilecek, biri için mucize yaratabilecek biri olmayı hedefleyen bir insan oldum. Hayatımdan silmek istediğim yıllarım olsa, kesinlikle lise olurdu. Düşünsenize oranızı buranızı kesiyorsunuz, ailenize baş kaldırıyorsunuz hatta evden kaçıyorsunuz, erkek arkadaşınız sürekli bir cinsellik fikrinde yada benimki gibi aldatıldınız ve bunun adına ne yazık ki büyümenin bir parçası olan "ergenlik" deniliyor. Telafi cümlesi ise "geçecek"
   Neden geçmiyor? İnsanoğlu neden unutma eylemini tam da gerektiği zamanlarda bir türlü kullanamıyor. Bir şeylerin üstü örtülüyor lakin unutulmuyor ya da tam anlamıyla temizlenmiyor. İşe yaramaz bir hayat geçirmek istemiyorum. Belki de bu yüzden evlatlık çocuk istemem, belki de bu yüzden Çocuk Esirgeme ya da Huzur Evi gönüllüsü olmam. Unutulmaktan ve değersiz olmaktan korkmak. Sürekli met edilmeyi beklemek belkide bu yüzden..
   Filmlerin gerçek olmadığını bildiğimiz halde yine de düşlemek belkide bu yüzden. Hala güzel şeyler olduğuna, olabileceğine kendimi kandıran ben bazen böyle de uçurumun kenarına gidebiliyorum. İnsanlar kanserle belkide dermanı bulunmayan hastalıklarla uğraşırken, "ben kendimi kalabalıklar içindeki yalnız kız çocuğu modundan çıkartıp yaşanacak güzel şeyler olduğuna ikna edemiyorum"
   Eğer direnip bu yazıyı sonuna kadar okuduysanız -ki çok çok teşekkürler- hayatın güzelliklerine ve direnme gücünüze bir kez daha hayran kalın ve benim yerime kendinizi alkışlayın. Bunu hakediyorsunuz. Çünkü en zor şey insanın kendisiyle, kendi vicdanıyla savaşması. Eğer siz bu savaştan galip gelebiliyor ve yeni güne umutlar biriktire biliyorsanız, inanın bana siz gerçek bir savaşçı ve unutulmayan bir destana sahip olacaksınız.
   Eğer kendi küçük hikayenizi aylaşmak isterseniz de lütfen yazmaktan çekinmeyin. Belkide benim yazıl birine, birinin hayatı bana ışık tutacaktır. Yüzünüzden gülümseme, hayatınızdan umutlar hiç eksik olmasın.
Hoşça kalın..
 

26 Haziran 2014 Perşembe

Değerli Zaman

   Bugün ilk defa yaşlandığımı hissettim.
   Güneşin batışı ilk defa içimdeki yorgun ruha dokundu. İçim ilk defa farklı kokuları algıladı. Gözlerim eskileri aradı. İçim ilk defa "geçiyor günler" şarkısını çaldı. Bu denli farketmemiştim zamanın aktığını. Bu denli farketmemiştim çırpınsam da, artık geriye dönülemeyeceğini. Aklım bunu biliyor fakat kabullenemiyordu sanki. Kabullenemediğim tek şey bu değildi üstelik. Benim unutamadığım anılar vardı ve o anıları yaşadığım insanlar çoktan unutmuşlardı. Bunun neresi adil söyler misiniz?
   Belediye'ye de ayrı bir sinirlendim bugün. Hususi en güzel anılarımın yaşandığı o yerlere artık bir ev yapılmış, parklar dikilmiş. Anlayacağınız anılarımızı ziyaret etme zevki de yaşatmıyorlar adama. Oturdum öylece izledim, uzaklara daldım bir hayli. Hayatıma bir çok erkek girmişti fakat hafızam da hatırladığım en net anı sadece onunkiydi.
   O ve ona ait ne varsa.. O kadar net ve berraktı ki. Tek kare resmi yok, mesajları sildim, ona ait ne varsa attım. Aptal kafam atamadı bir türlü! Attım sanıyordum aslında. Hayat normal akışına dönmüştü uzunca bir zamandır. Fotoğrafçı "gülümse" demese de gülümseye biliyordum. Artık hava da onun kokusu yoktu. Bizim şarkımız denilen o şarkılar radyoda çıktığı an kanal değiştirilebiliyordu. Yani hayat devam ediyordu. Ben başka, o başka yollara ayrıldı. Yanımıza yeni yol arkadaşları katıldı. Karşılaştığımız da hala gözümün içine bakar hususi. "Unutma" der gibi. Bütün suç bana bakan bir çift göz. Suçu ona atmak hafifletir belki..
   Ama bugün başıma dank eden şey bunların hiç biri değildi. Onun buradan gideceği gerçeğiydi. Sanki bunca zaman aynı şehirde olmak yetiyormuşta, gideceği zaman yaklaşınca kafamı nerelere vursam moduna giriyormuşum gibi. İlk sevgilim değildi. Lakin ilk aşktı bu kesin. İstemsiz bir şekilde kendimi onunla gittiğimiz yerlerde buldum. "Hayır burada bu yoktu" dedim içimden. Kaldırım taşları bile değişebiliyorken insanoğlu değiştiremiyor bazı gerçekleri. İnanır mısınız beraber yürüdüğümüz yolların kaldırım taşı bile değişmişti. Bunu bunca zaman farketmemiştim fakat bugün o bile gözüme battı. Anılarım bile çalınmıştı. O giderken beraberinde kaldırım taşını götürmüş, o güzelim parkın yerine bir ev dikilmişti.
   Aptalca gururum yüzünden ayrılmıştık ve ben özür dilememiştim. Ondan sonra hatamı anladım lakin ne onu geri getirebildim ne de kazandığım "özür dileme" huyuna değecek birini bulabildim. Tecrübesizdim, inatçıydım şimdi anlıyorum fakat geri getirmek ne mümkün zamanı?
   Dedim ya o şimdi gidiyor, gitsin. Ona ait ne varsa belediye de söküyor, söksün.
   Kalbimde kim gelirse gelsin en güzel yerde kalacak. O bende "özür dilemeyi öğreten adam" olarak kalacak. Bu bloğu açarken ilk yazım da onaydı. Hep saldırmıştım, yerden yere vurmuştum :) Buda sevdiğim o adama dair son yazım olsun.
   Hayat "keşke" demeyi öğretecek kadar gaddar ve bir o kadar "yaşanılmaya değecek" kadar güzel.
   Hala vakit varken ve hala sevdikleriniz yanınızda iken sıkı sıkı sarılın.
   Ve zamanınızı nasıl harcadığınıza dikkat edin. Umarım sizin ellerinizde bir avuç anı yerine tutabileceğiniz bir el olur.
   Unutmadan! Değerli zamanınızdan bu yazıya da bir parça ayırdığınız için teşekkürler. Hoşça Kalın :)

11 Haziran 2014 Çarşamba

Muhteşem Yüzyıl, Muhteşem Sezon ve Muhteşem Veda

   Dizinin müptelaları ve takipçileri bilir, bilmeyenler içinde bugün "Muhteşem Yüzyıl" dizisinin final yaptığı haberini vereyim.
   Normalde bloğumda dizi yorumları ya da herhangi bir konuda yorum veya eleştiri içeren yazılar paylaşmıyorum. Lakin bu durum farklı.
   Dizinin ilk yayınlandığı bölüm yani 05 Ocak 2011 tarihini hala gözlerimin önündeymiş gibi hatırlarım. Yeni evimize taşınmıştık, boya badana yapıyorduk duvarlara. Lise son sınıftayım. Daha fragmanını görür görmez tutturmuştum, "Ben bu diziyi kesin izleyeceğim, çok güzel olacak bak görürsünüz" diye. Şu da komik bir ayrıntı olacak ki tarih derslerinden hayatım boyunca hep zar zor geçmişimdir ve pek ilgimi çekmez. Bu diziye ilgi duyunca ailemde şaşırdı ilkten. Sonra dizi yayınlandı, gel zaman git zaman diziye iyice bağlandım. 10 kadının 9'u belki 8'i gibi kendimi kadın aktörler yerine koydum. Hatice'nin aşktan yana şansına hayran kaldım, ekrana kilitlendim. Hürrem'in tatlı konuşmasıyla güldük, Mahidevran'ın ikinci kadın durumunu kabullenmek zorunda kalmasına üzüldük. Bu arada küçük bir ayrıntı daha -yüzümden dolayı Hürrem Sultan'a benzetilmeye başlanınca daha da hayranlığım arttı diziye :)
   Kanuni'nin duygularına hayran kaldık. İbrahim'le dostluğunu kat ve kat kıskandık. Şehzade Mustafa'nın kılış kuşanma töreniyle tüylerimiz ürperdi. Süleyman'ın adaletine aklımız bir türlü ermedi. Derken dizi iyice ilerledi, biz iyice bağlandık. Fakat etrafta sizin gibi düşünmeyen insanlar oldu. İnsanlarımız sadece "harem hayatı" olarak yargıladı diziyi. Bitmesi söz konusu oldu çoğu zaman. Sanki Kanuni Sultan Süleyman sürekli at üstünde sefere koşsa, televizyon ekranında kalmayacaklarmış gibi. Lakin eleştirilere saygım sonsuzdu benim. Çünkü eğer bir kişi veya bir iş eleştirilere maruz kalmaya başlandıysa, o iş tamam demektir bana göre.
   "Ama tarihte böyle değil ki" yorumlarını çok duydum, gördüm. Diziye kendini kaptırmış, gerçek hayatla bağdaştıran insanlarda gördüm. Şuna bir açıklık getirelim ki dizi "tarihten esinlenme". Yani tarihin aynısını beklemek ne kadar mantıklıydı bu açıklamalardan sonra bilemiyorum.
   Dizinin "harem hayatı" diye nitelendirilen kısmında duygu yüklü o kadar mesaj vardı ki. İbretlik, ağzımızın açık kalacağı o kadar çok sahneye maruz kaldık ki. Bir babanın, hele ki "padişah" olan bir babanın yapmak zorunda olduklarını ve günden güne çöküşünü izledik. Güç izledik, sonuna kadar devleti ve insanları için savaşan, toprağına toprak katan padişahın gücünü. Hayatta her zaman doğruların kazanmadığını izledik. Bazen "hayatta yapmaz" dediğimiz insanların o hayatta bize neler yapabileceklerini izledik. "Aslan padişahtır, Vezirleri ise terbiyecileri" ifadesiyle mal, mülk hırsına büründüğümüzü de gördük. Bir kız kardeşin, erkek kardeşleri için geleceğini feda etmesine ne demeli peki? Hani hiç bir çocuk diğerinden ayrılamazdı?
   Diyeceğim o ki dizi, almak isteyen insana mükemmel mesajlar veriyordu. Bu birazda bakış açısı farklılığıydı.
   En başında yazdığım gibi tarihi sevmeyen ve zar zor geçen ben, şu an üniversite 3.sınıfımı bitirmek üzereyim. Sıcacık evimde başladığım bu serüvene, yurtta gözlerimi kırpmadan, ailemden uzakta devam ettim ve bitirdim. Bu dizi sayesinde ecdadımı merak etmeye başladım. Bu dizi sayesinde elime tarih kitaplarını almaya başladım. Bu dizi sayesinde sorgulamaya başladım. Yaşadığımız yüzyıla şükürler ettim.
   Böyle bir projeye bu sözler az bile.
   Öncelikle Rahmetli Meral Okay, Tuncel Kurtiz gibi emeği geçen herkese sonsuz teşekkürler.
   Oyuncu kadrosu olarak 139 bölüm boyunca sanki gerçekmiş, gerçekten bizde orada, yanlarında bu olayları yaşıyormuşuz gibi hissettiren Halit Ergenç ve adını saymakla bitiremeyeceğim o dev kadroya da sonsuz teşekkürler.
   İlk günden bu yana, ekranda estetiği ile müzikleri ile kendini geliştiren dizinin sorumlularına da teşekkürler.
   Muhteşem Yüzyıl,
   Muhteşem Sezon ve MUHTEŞEM VEDA..

6 Mayıs 2014 Salı

Minik Bir Çakıl Taşı Hikayesi

   Bazen masaya bir otursam saatlerce yazarmışım gibi geliyor.
   Bir bıraksalar, döksem içimi uçsuz bucaksız..
   Birinin anlamasına gerekte yok. Zaten "sizin anlattıklarınız yalnızca karşınızdakinin anlayabileceği kadardır" öyle değil mi?
   Hem benim gördüğüm mutluluk tablosu, sende de "mutluluğu" ifade etmez ki. Bu yüzden insanlar farklıdır zaten, biri beyaz görür diğeri siyah. Biri yeşil der, diğeri mavi.
 
   Birini sevmek demek, karşılığını almak demek mi mesela? "Aşkta gurur yoktur." gibi cümlelerle sakın gelmeyin bana. Aşıksam ve gururluysam peki? Onu gördüğümde sokak değiştirecek kadar gururlu, adını dilime yasaklamışken kalbimin sesini kısamayacak kadar da aşıksam ne yapmalı?
   Bir gün görmemek bile çok geliyorken sevene, ben onu görmeyeli hayli uzun zaman oldu demektir. Yüzünün her hattı, gülümseyince oluşan yanaklarındaki çizgiler, parfüm sıkmasa bile kilometrelerce öteden hatta hafif bir meltem ile burnuma kadar getiren o amber kokusunu ne yapmalı peki? Teni mis, eli pür hürriyet kokan adam.
   Benim onu hissetmeme, görmeme gerek yok ki.
   O benim gökyüzüm.
   Bakmaya bile ihtiyaç duymadığım.
   Adını mıh gibi aklımda tuttuğum. Kimseler anlamasın, almasın onu benden diye, kendime bile yasaklar koyduğum...
   Benim mutluluk tablom, onun yüzüymüş demek ki. Ben çok önceden çizilmiş bir tabloya yeni kavuşmuşum demek ki. Yıllar yılı her resimde onu aramış ama hep bir parça eksik bakmışım.
   Sonra bir gün, ilk görüşte..
   Öznesiz cümlenin, yıllar yılı cümlelerde saklanan o gizli öznenin kim olduğunu bulmuşum meğer.
   Kitaplarda sayfalarca aradığım her şey bir bedende toplanmış meğer.
   Gök gürültüsünden korkunca sarılacağım adam, başını omzuna koyacağım adam, elimi ısıtacağım adam, yemekler yapacağım adam, kahve içirip kırk yıl hatır isteyeceğim adam oymuş meğer.

Elması işleyen biri olmasaydı ne olacaktı? Kimsenin varlığından habersiz bir çakıl taşı olarak günden güne solacaktı. Lakin biri çıktı, işledi onu. Değer verdi, süsledi. Sonra o taştan mücevherat oldu, bir kadının mutluluğu oldu, evlililiğin simgesi oldu. Nitekim elması keşfeden bir adam oldu.
   İnsanlar da böyledir işte. Kadın olsun erkek olsun kalpleri birbirine işlenmeli, elleri kenetlenmeli ki, hayat olsun, yoldaş olsun. Eş olsun, yuva olsun.. Fakat doğru çakıl taşını, doğru işleyecek insanlar bulsun.
   Tıpkı çakıl taşı kadar minik ve keşfedilmemiş yüreğimin beklediği o adam gibi..
   Tıpkı tırtılın kelebeğe dönüşmesi gibi..
 

4 Mayıs 2014 Pazar

Gündüz & Zeytin Dalı

Size hiç olur mu?
Böyle en derinlerde aslında gücünüzün tükendiğini hissedip, beş dakika sonra tutunacak bir zeytin dalı aradınız mı hiç?
Hala yaşamak için, hala hayattan zevk alabilmek için lazım olan bir zeytin dalı..

   Saat 03.40.
   Zorum ne benim?
   Neden uyumuyorum?
   Nedir bu kadar düşündüren?
   Nedir uyutmayan bu denli?
   Halbuki güneşli bir gün, bir çocuğun gülümsemesi, belki bir kitap ya da bir papatya mutlu edebiliyorken beni. Geceleri bir şeyler oluyor nedense. Bu oda gözüme çok büyük görünüyor, yatak fazla yalnız. Kulaklığımdaki müzik fazla acıklı, atılan mesajlar fazla samimiyetsiz. Bu oda soğuk ciddi anlamda üşüyorum. Aslında kalbim üşüyor görüyorum ama ne yapabileceğimi bilmiyorum.
   Her gün bir neden buluyorum. Yalan dünyaya ayak uydurabilmek için kendime bir neden daha buluyorum. Hayallerime bir adım daha atıyorum. En azından, istikrarla, her gün doğan güneşe bunu bir borç biliyorum. Onun ne günahı var ki, o kadar aydınlatıyorken etrafı, karşılığını almalı bence.
   Bazen üzerimde güneş, benim içimde yağmurla dolaşıyorum. Kalbimde bir poyraz. Bir şeyler eskisi gibi değil artık biliyorum ama o küçük kız çocuğunu kaybetmek istemiyorum. O masum, her şeyden habersiz, tek derdi 18 yaşına girmek olan kız çocuğu. Hesapta özgür olacağız ya. Peh..
   Bize hiç söylemediler ki, kitaplarla boğuşurken bir de para hesabını öğrenmemiz gerektiğini. Gurbette aile özlemine, bir de sevda ekleneceğini. Arkadaş kazığı yiyeceğimizi, dost kazanacağımızı. Kimse söylemedi bize, kimse fikrimizi sormadı.
   Düzen kuruluydu, şu okul bitecek diğerine başlanacak. O bitecek, bir diğeri. Askeriydi, evliliğiydi... Geriye dönüp baktığımda hayatımdan geçip giden zaman ve içi boş bir kalabalık görüyorum şimdi. Bir zamanlar kafama taktığım insanlar puf olmuşlar sanki. Hiçbiri yok. Tek bir şey var geride. Geçip giden dakikalar ve değerini bilmediğim şu zaman.
   Saat 04.04
   Hayatımdan 24 dakika gitti. Niçin?
   Saçma bir iç boşalması. Belki anlaşılma umudu. Belki insanlara sitem. Belki biraz ilgi görme umudu.
   "Bende senle aynı durumdayım" cümlesini duyarak kah yetinme arzusu.
   Hızla geçen zamana ayak uydurmaya çalışan lakin içi ağır çekim yaşayanlara gelsin bu cümlelerim. Gceler hep böyledir hep ağır, hep sessiz.
   Bana gündüzlerle, zeytin dalları ile gelin..

8 Nisan 2014 Salı

Ömür Takviminden Günler Geçiyor, Sevgisiz..

"Bahar" dedim.
Sahi bahar geldi. Ara sıra yağsa da Nisan yağmurları, bahar geldi öyle değil mi?
Sabaha karşı kuş cıvıltıları geliyor kulağıma ve penceremden gördüğüm kadarıyla çiçeklenmiş ağaç dalları.
Güneşin yerini Ay'a bıraktığı saatler bunlar.
Kışın yerini de Bahar alıyor gibi.
Birbirlerine bir türlü kavuşamayan aşıklar gibi sanki.
Sürekli birbirlerini kovalıyorlar. Lakin kavuşmak hayal.
Yine de vazgeçmiyorlar birbirlerinden. İnatla her gün Güneş tekrar doğuyor, inatla yine gece oluyor ve Ay geliyor. Lakin insanlar yan yana gelemiyor mirim.
O insanlar ki gecenin karanlığı kadar gururlu, güneş ışıkları kadar umut dolu. Aslında onlarda birbirlerini beklerken, bunca insanı bekleten ne? Hadi Güneş ve Ay kavuşamıyor anladım, hadi mevsimler de kavuşamıyor onuda anladım. İnsanlar neden kavuşamıyor beyefendi?
-"Seven Neylesin?"
+"Sevdiğini Söylesin" diyen bir ümmet değil miydik biz?
Ne ara sevgisini dillendirenler değersiz oldu?
Ya da sevgisinden öleceğini düşünenler en ufak engele takıldı da tırmanamadı dağları? Oysa ki istediğimiz Mecnun gibi çöl aşmaları da değildi. Mecnun yolun sonunda Leyla'ya kavuşacağını bile bilmeden başlamıştı yoluna.
Oysa şimdi herkes söylüyorken ne istediğini, neden zor geliyor uygulamak? Neden sevilen görmüyor sevdiğini? Neden boşa günler akıp geçiyor? Anlamıyoruz, anlamıyorlar.
"Beraber geçireceğimiz bir günü daha bitiyor" diyorum. Beraber olmak varken? Beraber kuş cıvıltısı dinlemek varken? Neden ömrümüzün takviminden bir gün daha geçiyor sevgisiz?
"Bahar" diyorum.
"Şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek vaktidir."
Ne sen bir güneşsin, ne ben ay..
Ne ben kara bir kışım, ne de sen renkli bir bahar..
Kavuşmamak için ne bir sebep var ne de bir yara.
Bu bahar içinde sevginin, sevgilinin olduğu melodi olsun.
Gel, bekleyenin var...

21 Mart 2014 Cuma

Geceleri Kalem Kağıda, Kul Yaradana Döner

    Hani geceleri şarkılar daha anlamlı gelir ya. Ne kadar açsan da o müziğin sesini vicdan hep onu bastırır ya hani. Kalem kağıda dökülür ya inceden, kul Yaradana dönmez mi? Kimle konuşuyorum ben? Kim bu aynadaki? Mezardaki kim? Unutma geceyi gören, güneşi bir daha görebilir mi belli değil. Her güneşin doğusu bir günahın artışı değil mi? "Hatasız kul olmaz", "Bunlar beyaz yalanlar" diyerek kandırdın yine kendini. 
    Allahım öyle korkuyorum ki..
    Fitneden, dedikodudan, birinin günahsız birinin günahını almaktan.
    Babaya bile güvenilmeyen devirde birilerine güvenmeye çalışmaktan ve yine yara almaktan..
    Sen karşımıza iyi kullarını çıkarmayı, bizi de o kullarının yanında yer almayı nasip eyle. 
    Siyahın içindeki bir damla beyaz gibi, yolunda dosdoğru olmayı nasip eyle Rabbim..

   Doğru olalım diyorum da, doğruluk kazanıyor mu ki?
   Burada olmasa da biri bizi izleyip takdir ediyor mu ki?
   Eğer öyleyse doğru yola devam, varsın kimse görmesin. Varsın herkes kötü bilsin, yanlış desin, tek bıraksın beni. İçimdeki bu huzuru koyan takdir ediyor demek ki. Allah katında bir yer edinmeyi, gönülleriniz de bir damla saygı görmeyi dilerim. 

    Şükür Rabbim..
    Verdiğine, vermediğine..
    Dermansız dert vermeyeceğine..
    Gün gelipte devran döneceğine..
    Şükür, Şükür, Şükür..

16 Mart 2014 Pazar

Hayatımın Kitap Ayracı

    Mart ayının başlarıydı hiç unutmam, unutmayacağım. Elimde sinir sıkışması diye bir illet çıkmış, bileklikler ile gezinirken bir şey oldu. O anın tarifi yok. İçimde bir kor, bir hevesle yürüttü beni. Yolun sonunda bir “Çocuk Esirgeme Kurumu” vardı. Hep gitmeyi isterdim fakat hayat bahaneleri işte...  “Yalnız gidemem, Ya anlaşamazsam? Vaktim mi var?” bahaneleriyle erteledim bunu.
     Daha kapıya ulaştığım gibi çocukların cıvıltısı ile irkildim, bir an “emin misin?” dedim, “emin misin Nur?” Sorumun cevabını müdürle masada oturup “ben gönüllü olarak çocuklara bakmak istiyorum” diyerek aldım. Basiretti bu ama gönülsüzce değildi. Cesaretti bu, bana neler getireceğini bilmediğim bir yolda yürümekti. Günü ve saatini karşılaştırıp odadan çıktığım esnada bahçede oynayan çocuklardan iri ela gözler ile karşılaştım. Sarışın saçlı, ela gözlü bu çocukla artık oyun arkadaşıydım.
   İlk gündü, Alper bakıcının kucağından inmemiş bana bakıp ağlamıştı. Hıncımdan etlerimi sıktığımı, neden bana gelmiyor diye gözlerimin dolduğunu fakat hala gülümsediğimi hatırlıyorum. İlerleyen saatlerde Alper bahçede yürürken elimi tuttu ve benle yürüdü. İçimde bir huzur, bana olan ihtiyacını hissetmek, düşmemek için elimi sıkması, ellerinin sıcaklığı. Tarif edilmez bir duygu..
   Haftada bir gittiğim bu yurdun ikinci gününde ise Alper’in saçları kestirilmiş, o bembeyaz yüzü ortaya çıkmıştı. Yemek saatine denk gelmiştim bu kez.  Öğle yemeğini benden yedi. Sıcak çorbaya beraber üfledik, şekerpareyi bir ona bir bana yedirdik. Huysuz ve istediği şeyi yaptırmak için ağlayan Alper gitmiş, yerine bambaşka bir çocuk gelmişti. Saat 12.00 ve uyku saati geldiğinde bana sıkıca sarıldı, ben ilk defa bir çocuğu giydirdim ve yatağına yatırıp, uyumasını izledim. Hala içimde tarif edilmez bir duygu..
    Ve bugün üçüncü gündü. Bu sefer kendi günümde değil, grupça arkadaşlarla gitmiştik. İnanır mısınız Alper beni tanımadı. İçimden bir şeyler kaydı sanki. Bir kenarda iki damla gözyaşı süzüldü gözlerimden. “Bu gözyaşı neden Nur?” Başka bir kızın kucağında kahkahalar attı ve ben bunu izledim. Bakıcısı aldığında sorun yoktu, peki neden bu kıza gidince içim acıyordu? Bir ara oturdum kenara sadece onları izledim. Kalktım Alper’le oynamaya, onu almaya çalıştım, gelmedi. Ve yine öyle bir şey oldu ki.. O çocuk benim gözyaşlarımı sildi, öyle bir sarıldı ki. Ben hayatımda öyle güzel bir koku, sıcaklık almadım.
    2 yaşındaki o çocuk, çok derinlerde bir kızı uyandırdı. 21 yaşındaki, güçlü diye tanınan, onu kimse üzemez diye anılan bu kız, o çocuğa sımsıkı sarılıp ağladı. Ben ağladım o sildi, ben ağladım o sarıldı. Gitmedi kim çağırdıysa. Anlamıştım artık, bu çocuk benim kalan hayatımın dönüm noktasıydı.
    Gitme vakti geldiğinde, herkes çıkmış ben montumu giyiyordum. Dayanamayıp son kez açtım kapıyı. Oradaki bütün çocukları seviyor, anlaşıyordum. Lakin gözüm Alper’i arıyordu işte. “Alper ben gidiyorum” dediğimde koşup, kahkahalar attı. Camdan el salladık. 21 Yaşını doldurma yolunda ilerleyen bu kız, kalbinin derinliklerinde o çocuğu sevmişti. Ne zaman kafaya bir şey taksa üzülse, o çocuğun gülüşü gelirdi aklına, gülerdi.
    Şimdi burnumun ucunda cennet kokusu kalmıştı bir tutam. Alper bana ilk özgürlüğü öğretti. Özgürlüğün, yağmura dokunmanın, istediğim zaman nefes almaya çıkmamın özgürlüğü öğretti. Hâlbuki o özgürlüğü nerden bilecekti? Bu çocuk bana hayatın ağlamak için çok kısa olduğunu. Ağlanacak konuların neler olduğunu? İncir tanesini doldurmayan şeylerle kendimi üzmenin boşa olduğunu gösterdi.
    Evet, Bugün bir şeyler değişti.
    Bugün hayatımın geri kalanlarına umut geçmişine ise hüzün verildi.
    Bugün, hayatımın sayfalarında gezinirken kitap ayracının acılarda kaldığı fark edildi.
    O çocuğun hikâyesi nedir? Oraya nasıl geldi? Hiç bilmiyorum. Ama o çocuk bugün “Sen bir kadınsın, bir kalbin var. Senin küsüp, kızabileceğin bir ailen var. Kıymetini bilmen gereken yağmur damlaları, toprak kokusu var. Birde ben varım, gözlerinden akan yaşları silmek için” dedi.
    O çocuk bugün “nerede kalmıştık” diyerek devam ettiriyordu hayat sayfalarını. Şükür demenin kıymetini öğreten bu çocuk, sadece bana bakarak milyonlarca şey söyledi.
    Söylenecek daha çok şey var..
    Yolun başındaki bu kız hala yürüyor ve bir çocuk elini tutuyor..

4 Mart 2014 Salı

Hayat Kaderci, İnsanlar Geçici..

   İnsanlar böyledir işte. Neyi seviyorum deseler, kavuşunca biter. "Sensiz yaşayamam, ölürüm" derler ama yaşarlar. İlginç!
  Çünkü ufak bir ayrıntıyı hep unuturlar. Hayat büyük konuşmayı sevmez. Kadercidir o, gelişigüzel yaşar her şeyi. Kul ne zaman ki hayata bırakır kendini o zaman anlar hayatın ona geldiğini. Lakin insanoğlu bırakmaz ki hiç. Bu hayatın "kaçan, kovalanır" mesajıdır. İstediğiniz kadar kovalayın, o pes etmez. İşte bu yüzden beylik laflara, büyük konuşmalara hiç gerek yok. Hepimiz sensiz yaşayamam demişte hala nefes alan varlıklarız. Hepimiz seviyorum deyip sadece üç gün acı çeken, çok çabuk unutan varlıklarız. Hepimiz kötülüğü unutmaz, iyiliği hiç hatırlamayız. Hani "iyilik yap, denize at" derler ya. Hakikaten atmalı insan denize. Çünkü kimse iyiliklerin muhasebe kaydını tutmuyor, kötüleri de unutmuyor. Birsürü örnek üretirim sana inan ki. Yetmedi mi? Hepimiz "Çimlere Basmayınız" yazısını görüpte basan insanlar değil miyiz?
   Anlayacağınız şu ki insanoğlu kimin için, ne için emin konuşsa, yasak koysa gider onun tersini yapar veya hayat başına getirir. Devir yapılanı unutmama devri değil, devir ne yazık ki kuyu kazma devri, arkadan iş çevirme devri, insanların açıklarını bulma devri vs vs. Kimse gelde bir bütün olalım demez, kimse bir kişinin yanlışını düzeltmez ama herkes muhalefet olur, dedikoduya gelince halayın başı gibi öne geçer. Anlayacağınız devir ne kendine güvenme devri, ne de arkanı yasladığın kişiye güvenme devri.
    Hayat kaderci,
    İnsanlar geçici,
    Yol uzun,
    Eskilere özlem...

27 Şubat 2014 Perşembe

Yalnız İnsan = Yalın İnsan

   Siz bilmezsiniz belki ama yalnız insandan zarar gelmez kimseciklere.
   O ki duvarlarla konuşmayı bilen, her gece vicdan mahkemesinde hem karar verici hakim hem de suçlu, o ki keşkelerin içinde boğulmuş, acabalarda yüzen insan. Tutupta sizinle uğraşmaz, vakti kalmaz ki kendinden.
   Siz bilmezsiniz ama yalnız insan, vicdanlı insandır. Yalnız insan demek önce kendini sınayan demektir. Yalnızca duvarlar ve kendisi ile kalan insan demek; tüm korkuları ile yüzleşmiş, kendinden başka kimseye güvenmeyen- güvenemeyen insan demektir. Kaybedecek bir şeyi olmayan yalnızdır işte bu kadar basit. Hayat denilen bir satranç oyunundan ibaret olsaydı  piyonda o olurdu, şahta.
   Aslında olay çok basit. Yalnız insan, yalnızdır işte! Hayatın hüznü - mutluluğu, kötülüğü - korkusu, vicdanı - merhameti içinde, en derinlerinde saklı insandır yalnız insan. Ne desek tarifi az, duvarların dili olsa da konuşsa. Ne düşünür, ne yaşarlar. Gece uyku ile iç ses arasında ne savaş verirler kimse bilemez. Gündüz mutlu maskesini takınca gerçekten mutlu olurlar mı bilinmez.
   Yalnız insan, güçlü insandır muhakkak. Tüm hayatın yükünü sırtında taşımak, kimseden takdir görmemek, sevgi sözcüğü duymamak, kitaplarla yaşamak, hayallerle uyanmak yalnız insanın marifetidir.
   Yalnız insanlar bilir ki, kitaplar onların tercümanıdır. Yaşamak istedikleridir. Hala içinde taşıdıkları umudu, yaşama direncidir. Bu yüzden yalnız insan sizi sevdi mi, kitap gibi sever, bir şiir gibi. Çok çabuk okumak istersiniz, lakin hiç bitmemesini dilersiniz.
    İşte bu sebeple bilmelisiniz ki yalnız insanlardan zarar gelmez kimseciklere. Çünkü yalnız insan, yalın insandır. Okunmayı bekleyen kitaplar gibi, dinlenmesi gereken müzikler gibi, fethedilmesi gereken bir şehir veya izlenmesi gereken bir film gibi yalnızca ve yalınca keşfedilmeyi beklerler. Bütün dertleri değerli olmak ve bir gönülde yalnız olmaktır. Soğuk ve rutubetli bir odada yalnız kalmak değil.

7 Şubat 2014 Cuma

Asla Yapmam Deme, Yapıpta Gitmenden Korkuyorum!

   Kadın: Beni ne kadar seviyorsun Murat?
   Erkek: Seni ne kadar sevdiğimi tarif edemem. Seni sevmek için bir nedene ihtiyacım yoktu çünkü, birden kafamı arkaya döndürdüm ve sen oradaydın. Görmemem mümkün değildi. Çünkü bir sürü insan arasında parlayan tek bir güneş vardı.
   Kadın: Sorumdan mı kaçıyorsun bana mı öyle geliyor? :)
   Erkek: Hayır prenses. Demem o ki, sana bundan sonra ömrüm yettiğince seni seveceğim desem korkarım. Ya yarın nefesim son bulur da ben seni az seversem? Ve fakat Daha 50 yıl ömrüm olduğunu bilsem yine korkardım. Düşünsene 51.yılın ilk günü güneş hiç doğmayacak. Senin sevgin ne kadar ömür biçsem az gibi, ne kadar anlatsam eksik ve ne kadar kullansamda bu ömürden fazla, çok fazla.
   Kadın: Güneşin doğması için bir dünyaya ihtiyaç vardı Murat. Aydınlatabilmek için önce karanlık gereklidir. Birinin ışığı beklemesi gereklidir. Bu karanlık bir evde butona basmak gibi. Biri gidip ışığı açan butona basmazsa ampul nasıl yanar? Sen benim içimdeki dünyasın, orayı yaşanılabilir kılan ne varsa sensin. Benim parlamam için sana ihtiyacım var Murat. Ben artık sensiz yapamam, zinhar senden başkasına parlayamam, parlamam!
   Erkek: Hayır prenses. İnsan neyi yapmam derse şeytan bunu görev bilir ve onu yaptırana kadar asla durmazmış. Yapmam deme ama elimden geldiğince de ömrüm yettiğince de, bu prensesin elinden geldiğince, onun anladığı dillerden hallice seveceğim seni de. Ama asla yapmam deme. Senden başkasına güneş olmak istemiyorum de ama olamam deme. Çünkü insanoğlu yasaklanan ne varsa sever prenses. Aynı Adem'in yasak olduğunu bildiği halde elmayı yemesi gibidir bu. Kendine yasaklar koyup, beyninin onu cazip hale getirmesine izin verme.
   Kadın:  Adem'e cazip gelen o elma, benim içinde sensin sevgilim :) Öyle ulaşılmaz, öyle çekiciydin ki, ısırmasam aklımda kalır, ısırsam binbir bela ne yapmalıyım peki?
   Erkek: Bu elma sana sunulan bir hediye. Lakin başka elmalara bakarsan orası fena?
   Kadın: Ne yazık. Başka hiç bir insan senin tırnağın olamıyorken bunları düşündüren zihnime kızıyorum. Özür dilerim.
   Erkek: Bak yine büyük konuşuyorsun :) Elif Şafak' ın bir sözü var bilir misin? "Mutlu bir çift gördüğünüzde Allah bozmasın demeyin. Çünkü Rabbim bozmaz; insanlar bozmasın yeter." Sende bize nazar değdirme prenses. Allah bozmasın ki kullarına bozma şansı vermeyelim.
   Kadın: Öyleyse Allah nasip ettiği sürece...
   Erkek: Sonsuza dek..

3 Şubat 2014 Pazartesi

Aşkın Ne Çok Rengi Var

   "Aşkın ne çok rengi var." dedi kadın.
    Kadın: Kiminin ki mavi. Gökyüzü mü dersin, deniz mi bilemem. Ama genelde gökyüzüne bakan insanın bir duası vardır; ya çoktan kaybetmiştir sevdiğini onun için dua eder ya da yıldızlara bakıp dilek diler gelmeyenler için, hala umutla yaşama tutuna bilmek için.
    Erkek: Peki ya deniz?
    Kadın: Deniz demek, içinden atamadığın demektir. Deniz yosunu sevmez mesela, onu kirleten bir şeyi neden sevsin ki? Lakin onu içinden de atamaz, nasıl ki balık susuz yaşamazsa denizde yosunsuz yaşamaz. Gizliden gizliye bilir çünkü içinden atamadığı, atmaya kıyamadığıdır o. Bu sevdiğin adamın veya kadının seni aldatması gibidir. İhaneti kabul edemezsin lakin sevmektende vazgeçemezsin. O anlar mı değerini? İşte orası muallak.
    Devam eder konuşma bu sefer renklerden beyaza gelir sıra.
    Kadın: Beyaz saflıktır, henüz kirlenmemektir. Çocukluktur beyaz. Hiçbir şey bilmeden büyümek istemektir. Büyüyünce beyazın kıymetini anlamaktır. Belkide bu yüzden siyah vardır. Büsbütün beyazlığa bir damla siyah döküldü mü vay haline. Artık her şeyde bir siyahlık vardır, şüphedir bu.
    Erkek: Siyah ağıttır. Göz damlalarının hiç durmamacasına aktığı cenaze törenidir o. Kayıptır. Beyaz bir çocuksa, siyahta onu büyüten babadır. Hiç kimse sonsuza dek masum ve saf kalamaz. İnsanoğlu öyle ilginçtir ki hem giden çocukluğuna üzülür, hem de başkasının çocukluğunu çalar. Bir erkek bir kadının hayallerini çalar. Bir kadın, bir annenin evladını çalar. Bütün bunlar siyah işte. Bir ömre yayılacak karartılıklar bunlar.
    Kadın: Peki ya kırmızı? Kırmızı sana ne ifade eder?
    Erkek: Kadının sevdiği gülün rengi kırmızı. Tutkunun rengi kırmızı. Bir erkeği baştan çıkaracak kırmızı. Bir kadının, başka bir kadının mutluluğunu çalması kırmızı. Kırmızı bir tek gülde masum herhalde. Tabi dikenini maruz görürsek.
    Kadın: Bir sürü renk ve bunlara verebileceğimiz bir sürü anlamlar var. Bakış açılarına göre değişir bu. Ama ben gökkuşağından yanayım. İnsan ne olursa olsun şiddetli gök gürültülerinin peşine canlı renkler koymalı. İşte bu da gökkuşağının işi.
    Erkek: Demesi kolay tabi. Uygulasana bir de!
    Kadın: Sana bir örnek vereyim. Hasta oluruz değil mi? Tadını sevmesekte, midemizde bulansa o ilaçları kullanmak zorundayız. Yaranın üstüne merhem sürmek zorundayız ki iyileşsin değil mi? O an hiç istemesende, canında yansa bunu yaparsın. Neden? Çünkü bilirsin şimdi döktüğün gözyaşları sağlığın için. O ilaçlar kullanılınca sağlığına kavuşacaksın. İşte bu yüzden o acıya dayanırsın. Yaşamakta böyledir işte. Ben sana kahverengi olma demiyorum, siyahta olma demiyorum. Tabiki ol, siyah olmadan beyazın kıymetini anlayamazsın çünkü. Lakin sonunda bir iyilik bulacağını bil. Unutma hepimizin yosunları var, içimizden atamadığımız atmaya kıyamadığımız. Lakin önemli olan yosunu dışarı atmak mı? Yoksa yaralarına basmak mı? İşte bütün mesela bu.

22 Ocak 2014 Çarşamba

Siyah Beyaz Masallara..

   Toplum olarak mutluluk peşinde koşmalarımız bitmeyecek ve bulduğumuz gibi kaybetmekten korkmalarımızda..
   Gülmek için bir neden ararken, güldüğümüz anlarda da "Çok güldük, ağlamazsak iyidir", "Bak şimdi kesin bir şey olacak" bakış açılarımız var ve ne yazık ki bu bakış açıları değişmiyor. İlişkilerde de öyle değil midir? "Sevgili olduk ee, mutluyuz tamam, ama ya ayrılırsak?" Kötüyü düşünmeden edemiyoruz. Kaybedeceğimizden öyle eminiz ki, bulduğumuz o anı değil, kaybedeceğimiz anı düşünüp tükeniyoruz, tüketiyoruz.
    Ee hani sen mutlu olmak istiyordun, gülmek istiyordun, bunun için bir neden arıyordun. Al işte gülüyorsun daha ne istiyorsun? Yetmiyor çünkü, o beş dakika bir ömür sürsün diye uğraşıyoruz ama olmuyor. Bunun bilicinde olduğumuzdan da kazandığımız anları değil, kaybedeceğimiz anları düşünüp karalara bağlıyoruz. Bunları düşünmeyip mutlu olabileceğimiz anları uzatmak yerine, beş dakika sonraki kaybı düşünüyoruz. Hepimizin cepleri, "doğru zamanda gelen yanlış insanlar" yada "yanlış zamanda gelen doğru insanlar" ile doluyken fırsatları kaçırdığımıza ah etmekle geçiyor günler.
   Hepimizin yüzü, gözü inanmak isteyipte bir adım daha attırmayan gururla kaplı. Hepimizin sol tarafı biraz yamalı. Hepimizin gündüzleri aniden yağan yağmur gibi, geceleri gökgürültülü. Sanki gündüzleri tiyatro, geceleri ise sahne arkası görüyormuşuz gibi. Hepimizin kafasında "ya sonra?" sorusu.
   "Ya Sonra" demişken, bu filmden bir kesit sunacağım size : "Masallar neden mutlu sonla biter? Prenses, prensini bulur, sonra ne olur bilinmez. Belki pamuk prensesin arkadaşı ona platonik bir şekilde aşıktı. Yada külkedisinin prensi, külkedisinden çabuk sıkıldı ve külkedisinin kardeşlerinden biri ile onu aldattı. Bizde evlendik. Yani masallara göre sona geldik. Peki ya sonra?"
   Üzgünüm size sonrasında ne yapacağınızı söyleyemem. Herkesin mutluluk formülü başkadır çünkü. Bana göre çikolatadır ama senin alerjin vardır. Bana göre salatayı ben yaparım, sen onu masaya götürürsün. Sana göre ise karın ayaklarını yıkamalıdır. Bilemem.
   Neticede "Çok güldük, ağlamazsak iyidir" diye kullanılan cümlelerimiz vardı bizim. O yüzden de buruk gülümsemelerimiz ve siyah beyazdı resimlerimiz. Oysa sorulması gereken başka sorularda vardı. Mesela "ya sonra?" demek yerine "peki ya şimdi?" diyebilirdik. Siyahın içine beyaz karışmadan önce, mavi koyabilirdik.
  Sizin içinde hala geç değilse, birer beyaz meleğe dönüşmeden önce, beyaz anlar oluşturabilmeniz dileğiyle.. Mavilikle, yeşille, esenle kalın :)

1 Ocak 2014 Çarşamba

Şu Dünyada Hepimizin En Fazlası Sadece Bir Kalp Atışı

   2013 yılının sonuna dair yazı yazınca ben bile kendimi başlangıç yazısı muhakkak yazılmalı diye itekledim.
   İnsanlar sosyal medyada veya sohbet ortamlarında şu cümleyi illa kullanıyorlar, -en azından benim yakın çevrem öyle- "sürekli de yeni başlangıç diye kendimi kandıramam ki, ne bu böyle senin defterin kaç ortalı?" Birincisi hayat sizin için sunulmuş bir defterse ve içini doldurmanızı istiyorsa birileri; defterin kaç ortalı olduğu, silgi veya kalemin rengi ancak ve ancak sizi ilgilendirir.
   Yılbaşına girerek bunu farkettim işte, benim 2013 yazılı defterim nasıldı acaba dedim? Hayatıma izin almadan girdikleri gibi, hoşça kal demeden çıkan insanlar oldu mesela. Daha sonra, çıkarları uğruna insanların her şeyi yapacağını bir kez daha öğrendiğim bir yıl oldu. Her şeyleri dediğimde benim için gurur ve haysiyet, onlar için neydi bilemem yada hala kaldı mı öyle kavramlar hiç bilemiyorum. Tek kişilik hayatıma bu sene başlamıştım mesela, yurtta tek kişilik bir odaya çıkarak. Bir daha dost darbesi yememek için yapmıştım bunu, korkaklık mı bilemiyorum ama çok şey kattı bana. Çok ağladım, beni bıkmadan dinleyen odamın duvarlarına. Böyle böyle güçlendim. Anka Kuşu misali, küllerimden doğdum.
   Ve ne yaptım biliyor musunuz? Beni üzen insanlara 31.12.2013 saat 00.00 kadar müddet verdim. Tam o esnada bütün hepsini sildim ve hayat defterime 2014 tarihli bir orta ekledim. Çünkü bu benim defterimdi ve benim defterimde yalnızca ben izin verdiğim müddetçe o insanlar beni üzebilirdi. Ben onlara fazladan rol biçip ömürlerini uzatmış kendimi harap etmiştim.
   Tam şu noktada önemli olan defterin kaç ortalı olduğu değildi. Önemli olan kalemime sıkıca sarılmış olmamdı. Önemli olan değmeyecek olaylar veya insanlar için sayfalarımı harcamamalıyım bilincine varmamdı. Önemli olan sayfalar harcadığım o olaylar için silginin de bende olduğunu unutmaktı. Ben kalemimi aça aça öyle küçültmüştüm ki, silgimin olduğunu unutmuştum.
   Şimdi sizde 2014 için yeni bir sayfa ekleyin defterinize ve unutmayın elinizde bir kalem ve silginiz var. İster ömrünüze ömür katacak kaleminizi kullanıp satırları doldurursunuz, isterseniz de silginizi kullanıp ömrünüzü tüketenleri silersiniz. Seçim sizin?
   Son olarakta şunu asla unutmayın bu dünyada hepimizin en fazlası birer kalp atışıdır. O kalp atışını anlamlı kılabilmeniz dileğiyle, sağlıcakla kalın..