28 Aralık 2013 Cumartesi

Unutma Takvimlerden Bir Kere 2013 Geçiyor!

   Yavaş yavaş 2013 yılının sonuna doğru yaklaşırken, bu yıl neler yaptım diye sormadan edemiyor insan?
   Neler başınızdan geçti bilmiyorum ama büyük bir ihtimal aşk acısı çektiniz yada siz onu aşk zannettiniz? Birilerine güvendiniz olmadı, boşa çıktı. Sonra tekrar güldünüz, belki bir "Düğün Dernek" izleyip hunharca güldünüz hemde. Gezdiniz tozdunuz, ahmaklık yaptınız, sınavlara girdiniz, işlerden çıktınız vs vs. daha bir çok şey yaşadınız.
    Ailenize yeni bir üye katıldı belki. Doğumlar, nişanlar, evlilikler hoş değil mi? Yada köklü bir ölüm yaşadınız, acısını saç diplerinizin bile çekeceği tarzda bir acı bu. Bedenen ölümün ayrı bir acısı var, bir de içimizde öldürmek zorunda olduklarımız. Ah onun acısı nedir bilir misiniz?
    Toplum olarak Mehmet Ali Birand, Tekin Akmansoy, Müslüm Gürses, Metin Serezli, Ahmet Mete Işıkara, Ferdi Özbeğen, Adnan Şenses ve daha ismini yazamadığım nicelerini kaybettik. Allah ailelerine sabır versin..
    Sonra bazen paralarımızı ayakkabı kutusuna da saklamamız gerektiğini öğrendik :) İşin şakası artık hırsızlar bile ilk oraya bakar, o derece komik bir durum.
    Şimdi kendi kendine soruyorsun bu yazı nereye gidiyor? Hemen toparlıyorum. Demem o ki, ölümler - doğumlar, neşeler - hüzünler insan var oldukça yaşanacak, yaşanmalı. Ama insan bunları yaşarken de şunu demeli kendine: "Yarın 2013 yılının son Pazar günü. telafisi yok, tekrarı yok. Bir daha bir 2013 yok, hatta belkide yarın Nur diye biri olmayacak kim bilir?"
    Oğuz Atay- Tehlikeli Oyunlar kitabında şu kısım vardır ; "Ülkemiz büyük bir oyun yeridir. Her sabah uyanınca, biraz isteksiz de olsak, hepimiz sahnenin bir yerinde, bizi çevreleyen büyük ve uzak dünyanın sevimli bir benzerini kurmak için toplanırız." Yani sevsende, sevmesen de kardeşim miladın dolana kadar yaşayacaksın.
    Miladımın dolacağı o ana kadar, benim 2014 adına herkes için dileğim şudur ki: Hepinizin ceplerinde anlatılacak hikayeler olsun.
    O zamana dek, yani benim hikayem dinlenene kadarda hep aynı yerde oturacağım, varsın herkes koşsun. Beni anlayacak insan, otururken de beni bulur. Çünkü ne ben bir kitabım öldükten sonra okunacak, ne de bir ünlüyüm adım ağızlarda anılacak. Ben de yaratılmış garip bir kulum. Babamın biricik kızı, annemin gözdesi olurum. Eğer sen beni bulur, hikayemi dinlersen kabuğumdan çıkar, işte o zaman Nur MOLLA olurum...

    Hepinize sevgililerle, yeni yılınız sağlıkla ve gülücükle dolsun :)

20 Aralık 2013 Cuma

Umudum her zaman bakidir ama Zaman kısa, Ben yorgunum, Yol uzun..

İki kelimeyi bir araya getiresi yoktur ya insanın.. Hani bazı zamanlar sadece gözlerinden anlaşılmak ister ya işte şu an o zamanlarımdayım.
   Kıskançlıklar, tripler, birbirinden arama bekleyenler ama arayamayanlar daha milyon tane insan duygusu var. Fakat benim bunlarla uğraşacak gücüm yok pardon kelimenin doğrusu inancım yok olacaktı. Bir insan sizi seviyorsa arar, sevmiyorsa aramaz bu kadar basit. Araya gururu koyan, öncelik koyan adamın sevdiğine inanmıyorum ben. Madem öyle “seni seviyorum” kelimesi de böyle hunharca tüketilmesin lütfen.
   Söylemesi kolay, uygulamaya gelince sorumluluğu ağır olan bu iki kelime artık sakız gibi herkesin ağzında. Bence “seni seviyorum” demesin bir adam ama onun dışında her şeyi desin kafi. Bir mesaja geç cevap yazdığım da “neredesin sen?” desin, “yemek yedin mi?” diye sorsun. Duştan sonra hiç sevmem saç kurutmayı ama o hasta olacağım diye bunu bana yaptırsın. Gün içerisinde dakika başı konuşmaya gerekte yok. “Şu an işim var ama bu seni düşünmeme engel değil” desin kafi.
   Ama önce seni seviyorum deyip, bunların hiç birini yaşamadan trip yapıyorsa –hele ki erkeğin triplisi hiç çekilmiyor- boşverin. Ciddiyim, koşarak uzaklaşın o insandan. Bir kere başladı mı olmuyor çünkü, enerjini tüketecek belli. Kusura bakma da kimsenin nazıyla uğraşacak halim yok, kız dediğin naz yapar. He bir de şu lafa uyuz oluyorum “ben böyleyim, değişmem”. Ben sana “yemek yemeyi bilmiyorsun, olmamış bu, baştan anlatıyorum bu çatal” diyemem ki. Sen onu zaten öğrenmişsin bizim bahsettiğimiz değişim bu değil.
   Bitter çikolatayı sevmem ama sen bunu bilmeden veya unutarak alıp gelmişsen, sırf mutlu ol diye yerim onu. Sevgi budur. Değişmek budur işte, sen o an o insan için yemem diyeceğin şeyi yedin. İstediğimiz bu lütfen abartmayın.
   Anlayacağınız bu kafa yapısına sahip insanlar çevremde olmasın, benim derdim kendimi aşmış inan bir de seni ekleyemem. Eğer sevelim, gülelim diyorsan amenna. Ama yok o benim peşimden koşsun, vay efendim onunla nasıl konuşursun diyipte kendinize çeki düzen vermeyecekseniz, işte kapı işte sapı.  . .
   Demek istediğim milyon tane söz var bu konu üstüne ama kısa kesip güzel bir sözle noktalıyorum, umarım mesaj alınmıştır. “Umudum her zaman bakidir ama zaman kısa, ben yorgunum, yol uzun...”

/Abdürrahim Karakoç

*Yazı bana ait, sadece ismini belirttiğim arkadaşın güzel sözünü kullandım, hoşça kalın :) 

18 Aralık 2013 Çarşamba

Kadın Kulağıyla, Erkek Gözüyle Sever..

   Bu hafta okulumda düzenlenen Cem Öğretir Etkili İletişim/Diksiyon ve Beden Dili adlı programda bir cümle geçti ki, bunu sizle paylaşmasam olmaz blog canlar :)
   Cümlemiz şu "Kadın kulağıyla, Erkek gözüyle sever." Bilmem siz bu yargıya katılır mısınız? Ama ben notlarımın en başına büyük harflerle tutuşturdum bunu. Doğruydu çünkü, sevildiğini söylese eksilmez ki insan. Söyle be evladım duymaya ihtiyacım var işte.
  - "Ama ben göstermeye çalışıyorum kii",
  - "Yok oraya buraya gitme, kıskanırım kii",
  - "Mini giyme millet bakar, laf eder" demekle olmuyor o sevgi sözcükleri..
  Tabi ki onlarında yeri ayrı, yeri geldi mi denilecek denmeli de zaten, kıskanılmakta bir ihtiyaç. Genelde çok görürüm sosyal medyada bir de bayan olarak ben cevap vereyim sizlere. Kadınlar Ne İster? sorusunun tek cevabı var kardeşim; ilgi, ilgi, ilgi. Dünyanın en meşgul adamı olun, isterseniz de en aylak gezeni. Bir kadına günaydın yazın, öğle arası nasılsın diyin, gece yatmadan da iyi geceler. O kadın size dünyaları verir. Verir eminim, çünkü bende bir kadınım. Tamam erkeksiniz, tamam çalışıp ev geçindirmek zorundasınız anlıyoruz amma velakin bu sizi iki çift kelamdan mahrum bırakamaz. Kadın bir bekler, iki bekler, üç bekler. Geldiğinde ise avucunu yalamanı görür öylece gider.
   Artık "ama ben işte çok yoruluyorum, sende biraz beni anla" bahanelerini de geçin. Gayet modern bir çağdayız kadınlarda çalışıyor cicim :) Akşama seninde gönlünü hoş ediyor, bir de çocuk varsa sorma gitsin. Anlayacağın kadının alnına yazılmış kölelik platformu geride kaldı. Azcık elinizi taşın altına koymayı öğreneceksiniz ne yazık ki. Kadınlarda akıllandı yok öyle 18 yaşında "aşık oldum, ben kocaya kaçıyorum" masalları.
   Ki akıllanmak zorunda bırakıldık günümüz şartları gereği. Malesef aşkla karın doymuyor arkadaşlar, kalpten önce mantığa bakılıyor, - kusura bakmayın ama gerçek - bazen cebinizde ki paraya bile bakılıyor.
   Böyle bir dünyada gerçek sevgiyi tatmak istiyorsanız, siz biz pembesi, beyazı olmadan yalansız aşkı söyleyin, biz de size uygulamalı gösterelim olur mu?
   Bu yazıdan sonra söyleyin bari. Sevgiyle kalın,
   Hoşça kalın :))

12 Aralık 2013 Perşembe

"İyi ki Varsın" Demiyorsa Sevgi..

*ALINTIDIR /Paylaşmasam olmazdı, mükemmel bir yazı. Aşka farklı bir bakış açısı, iyi okumalar :)

"İnsan bazen ne aşk istiyor, ne meşk" dedi; "tabii günümüz kültüründe ne anlama geliyorsa artık bunlar!"
Genç kızlık çağından beri tanıyorum onu.
Şimdi otuzlu yaşlarının sonlarında, bir çocuk annesi, güzel ve zeki bir kadın.
Eski tanıdıklardan, filmlerden, kitaplardan söz ederken nasıl birden konunun buraya geldiğini anlamamıştım ama "peki ne istiyor insan?" diye soruverdim. "Ayıp değil ya, insan aslında beğenilmek istiyor."
Durup kahvesinden bir yudum aldı. "Gün geliyor, şöyle bir bakıyorsun. Sevdiğin kişi seni bir kez bile içtenlikle övmemiş, gerçekten beğenmemiş, kişisel özelliklerini umursamamışsa... İstediği kadar seni sevdiğini söylesin, anlamı kalmıyor. İçin soğumaya başlıyor."
Baktım, gözleri buğulanmıştı.
***

Neden başımdan geçen bu konuşmayla başladım yazıma, onu anlatayım.
Aktüel dergisinin son sayısında dört genç terapistle yapılan söyleşiyi okurken aynı noktanın vurgulandığını gördüm.
"Çiftlerin temel problemi öfke, kızgınlık ve çatışma değil, birbirlerine karşı ördükleri duvarlar, aşağılama ve eleştiri" diyorlardı.
Çok değer verdiğim bir psikanalist ve düşünür olan Adam Phillips'in sözleri geldi aklıma.
Çiftlere danışmanlık yaptığı dönemde çoğunun sadakatsizlik karşısında daha baştan affetmeye hazır olduğu Phillips'in dikkatini çekmişti.
Asıl affedemedikleri şey birbirlerine hayatlarındaki önem ve yeri hissettirememiş, azıcık da olsa birbirlerini pohpohlamamış olmalarıydı!
Öyle bir "kara delik"ti ki bu, ne yaldızlı sevgi lafları örtebiliyordu üzerini, ne de alışkanlıkların konforu!
***

Bir başımıza sevmiyoruz birbirimizi.
Hiçbir ilişkiyi yalnız bırakmıyorlar. Zaten hiçbir ilişki de uzun süren bir yalnızlığa katlanamıyor.
Ama derdin kaynağı da tam orası!
Yaşadığımız hayat bizi hırpalıyor; sosyal ilişkiler kısa zamanda kişiliğimizi paspasa çeviriyor.
Sevmeler korkak, sevilmeler cılız.
İlişkiler hızla aşktan meşkten çıkıp duygusal köleliğe dönüşme eğilimi taşıyor.
Böyle bir ortamda dile getirilmiş "seni seviyorum"lar hoşumuza gitse bile, dünyaya sevinçle bağlanmamıza yetmiyor.
Beğenilmek, onaylanmak, özelleştirilmek istiyoruz.
Ama içtenlikle söylenmiş bir "İyi ki varsın!" var ya...
Hele sevdiğimiz tarafından güçlü biçimde söylenip tekrarlanıyorsa...
İçten içe bu duygu hep hissettiriliyorsa...
Birdenbire gökten bir projektör tutuluyor sanki!
Varlığımız aydınlanıp onaylanıyor. Her şey yerli yerine oturuyor o zaman.
Dünyada bir "yerimiz" oluyor.
Bu işte, insanın asıl istediği, bu duygu, bu tatmin!

/Haşmet Babaoğlu

2 Aralık 2013 Pazartesi

Engelli İnsanlar Var Elbette, Peki Onlar Bu Damgayı Hakedecek Ne Yaptı?

   Aralık ayının ilk yazısını, (bilenler bilir) bilmeyen için söylüyorum 3 Aralık Dünya Engeliler Günü' ne itafen paylaşıyorum.
   Şu sıralar oldukça konuşulan bir film var vizyonda sanırım çoğumuz biliyoruz. Evet, bahsettiğim film "Benim Dünyam" Arkadaşlar şunu söylemeliyim ki muhakkak izlenmesi gereken bir film benim fikrimce. Sinemaya gidemediyseniz internetten uyarlandığı film "Black" izleyin ama muhakkak izleyin. Filmdeki bir repliği yazmak istiyorum;
"-Benim dünyam karanlık, siyah..
-Hayır! Senin dünyan aydınlık. Işık dolu."
   Aslında tüm olayı anlatıyor değil mi? Hem kör, hem sağır olan biri, hiç bir kavramın anlamanı "bilmeyen" biri. Düşününce hayat ne kadar zor geliyor değil mi? Ben de dahil bunu hepimiz yapıyoruz, hiç olmayacak şeyleri kafamıza takıp kendimizi üzüyoruz, yıpratıyoruz, hasta oluyoruz, ilaç kullanıyoruz sonra ilerde başka bir hastalığa yakalanıyoruz sebebi ise geçmişte kullandığımız ilaçların yan etkisi. Yani biz hep kendimize yapıyoruz. Üstelik neyin, ne olduğunu bilerek yapıyoruz. Görüp, duyduğumuz halde kesin yapıyoruz o yapılmaması gereken şeyleri. Kendimizi karanlığa, siyaha atıyoruz. Sonra bunun üstüne suçlular buluyoruz. Anlayacağınız bizim bedenen engelimiz yok ama zihnen engeli KENDİMİZ koyuyoruz.
    Tabi sadece bedenen değil engelleri zihnen yaşayan da var. Hayata 1-0 yenik başlayan öyle çok insan var ki, suçsuz, günahsız.. İlahi takdir. Yardıma muhtaç, aydınlığa muhtaç öyle çok insan var ki. Ve dikkatli bakın o insanlar öyle pozitif yaşıyorlar ki, ne deseniz inanırlar. Ne yapsanız affederler, gülücükler saçarlar. Peki ya biz? Lütfen bu soruyu bir düşünün. Peki ya biz?
   Benim sizden ricam gelin sadece bugün, bir güncük sadece engeliniz olmadığı için şükrederek güne başlayın ve gülümseyin. Bunun huzuruna bir varın, aydınlık olan dünyanızı karartmak yerine, karanlıkta kalanlara ışık tutun. Ömür dediğiniz dondurma eriyip gitmeden, tadına varın.
   Unutmayın ki "Engelli olmak bir kusur değil, fakat engelliyi görmezden gelmek çok büyük bir kusurdur."
   Sevgilerle, Hoşça kalın..

28 Kasım 2013 Perşembe

Yaşanılması Gereken Duygulara ve Öğrenmemiz Gerekenlere..

İki insanın teninin birbirini bulduğu o an..
Bedenden ziyade, ruhunuzun doyumsuz bir huzurla dolduğu o an..
İşte ben o anı ayine benzetirim. İki insanın birbirine dokunmasını, öpmesini..
Sıcak, kusursuz, tamamlayıcı, heyecanlı ve arzulu. Fakat bunlar aynı zamanda bir ilişkinin sonu. Çünkü araya başka bir beden, başka bir ruh girdi mi…  O doyumsuz arzu ve heyecan başkasına hissedildi mi… İşte o zaman büyü bozulur, ayin kaybolur.
   Hepimiz tamamlanmayı bekleyen kalpleriz aslında, hepimiz yüklemi bulunamamış birer üç noktayız. Söyleyecek, anlatacak o kadar çok şeyimiz var ki, fakat anlatacak insanlarımız yok belki de takatimiz yok. Hepimiz birer yorgun liman, kırık gemi…
   Bazımız aldatılmış, bazısı aldatmış. Sorsan herkes haklı, herkes kusursuz. Halbuki gece çökünce öyle mi?
    Her zaman doğan güneş göstermez etrafı, bazen önünüzü görebilmeniz için önce kör karanlıklarda kalmanız gerek. Önce ışığın değerini anlamanız gerek. Gece olunca ve vicdan mahkemesi başlayınca, kendi kendinizle dürüst olmanız gerek. Gururu bir çöpe atmanız gerek, taraf tutmayı bırakmanız gerek. “Ben ne yaptım?” demeniz gerek. “Nasıl bu hale geldim?” “Buralara beni kim getirdi?” demeniz gerek? “Yola başladığım insan nerede?” “Yanımdaki gerçekten sevdiğim mi?” demeniz gerek. “Kaç beden geçti ellerimden, ruhum hangisinde kaldı demeniz gerek?”
    “Hala üç noktam neden tamamlanmıyor?” diye sormanız gerek. Bu gerçekle yüzleşmeniz gerek! “O çok sevdiğimiz insanlar, şimdi neden yabancılaştı?” diye sormamız gerek.
    Belki de farkında olmadan siz bozdunuz ayini, belki de siz yarım bıraktınız bir bedeni… Belki de yarım bırakıldınız… Ama ne yazık ki bunlarla yüzleşmemiz gerek. Dibine kadar acıyı yaşamamız gerek, nasıl ki gece gündüzün kıymetini öğretiyorsa bize, acıda mutluluğun kıymetini gösterecektir elbet.
    Ve vicdan mahkemeniz bitmiş, mahkum idam edilmek üzereyse, geriye kalan duygularla başa çıkmamız gerek. Bizi acının çemberinden geçirecek bütün duygularla başa çıkmayı öğrenmemiz gerek.
    Aynı Gökalp KÜÇÜKHÜSEYİNOĞLU’nun da dediği gibi; 'Seni unutmalıyım'' cümlesini bir gün kurmak zorunda kalırsanız birine karşı, işte o gün gidip kendi ellerinizle mezarınızı kazmayı istemek gibi duyguları tadacaksınız. 

11 Kasım 2013 Pazartesi

Benim Çakıl Taşlarım, Gülümseyen Anılarım Var :)

   Koca bir ömürde adım adım ilerlerken Hansel ve Gretel misali bizde anılarımızla buluyoruz yolumuzu, geçmişi böylelikle hatırlıyoruz aslında. Bugün de bir anı güldürdü beni. Benim en sevdiğim ders her zaman Türkçe ve İnglizce'ydi. Aslında bu iki zıt derslik, benle de uyuşmuyor değil :) Her neyse, Türkçe derslerinde hatırlar mısınız bilmem kompozisyon saatleri vardı. Ölüm gibi gelirdi onu yazmak bana, sınavda da çıkardı üstelik. Düşünün artık isyanımı :) Gel gelelim çok net hatırlarım bir gün o kompozisyon sınavından 100 almıştım. Hem şaşırmış hemde sevinçle doluyum tabi. Derken hocamız bunu unutmamış taa 8.sınıfın sonunda bana bir mektup yazmış. Mektup "Gül Yüzlü Yavrum, Nur'um" şeklinde başlamış ve ilk satıra dikkat! Kalemi güzel öğrencim.. 
    Kitap okumayı bir hayat felsefesi edinmem gerektiğini, bunu unutmamayı öğütlemiş bana. En komiği de her zaman çok iyi bir kalem görmüş bende. Ne olursa olsun yaz diye devam ediyor cümleleri. Utangaçken yüzünün kızarmasını, heyecanlandığında telaşla söyleceklerini unutmanın tedavisi ellerinde diyerek devam etmiş. O zamanlar mektup aldığım için sevinmiş ama içeriği gerçekçi bulamamıştım. Şimdi anlıyorum hocamın ne demek istediğini, aslında o benim reçetemi seneler öncesinden elime vermişti lakin ben arayıp durdum.
    Mutluluk nedir? Nelerden mutlu olunur? sorusunu sormadan, sürekli koştum. Yoruldum, yıldım, halsizlikten olacak ki bir gün elim kağıda kaydı. Şimdi ise benim için yazılmayan tüm sözler ağır, size ulaşamadığım cümleler halsizleştiriyor beni.
    O yüzden siz , siz olun gülümseyerek yola devam edeceğiniz anılarınızı sakın unutmayın. Geriye dönmek için, hani "ey gidi günler" diyebilmek için bizimde çakıl taşlarımız; Anılarımız olacak. Kocaman bir gülücükle esen kalın, hoşça kalın :)

Bu arada eğer hala yaşıyorsa Emriye Çalık* öğretmenime minnettarlarımı sunar, Allah'ın en güzel lütfuyla bahşedilmesini dilerim..

10 Kasım 2013 Pazar

Unutmuyoruz, Bir Çaresini Buluyoruz..

   Yine tam 00.00 vurmuşken saatler, yine dibine kadar hayallerde ve düşüncelerdeyken, yine şarkıların bin kat daha anlamlı, can yakıcı olduğu saatlerde birden dökülen cümlelerdir az sonra okuyacaklarınız..
   Kulağımda kulaklık hesapta ders çalışmaya çalışıyorum nerdee.. Bir anda farkettim ki "Sertab Erener - Unutursun" şarkısı ile depresyona girmişim, bir an ise "Bir Çaresi Bulunur" ile umut doldurmuşum ceplerime. İnsanların ruh halleri de aslında bu iki parçaya benzemiyor mu sizcede? Peşpeşe çaldılar fakat çok ayrılar. Birden hüznün dibini yaşattılar, birden umut serpintileri yağıştırdılar.
   Önce unutamamın verdiği acıyı yaşattı, zamanla unutsun dedi. Sonra sesinde hala söylemediği sözler olduğunu, her şeyin bir çaresi olduğunu söyledi. İnsanlar unutmuyor dostlarım ne yazık ki seni kandıramayacağım. Sadece bir zamanlar çok önemli şeyler zamanla zihninde geriye gidiyor. Sen unuttum sanıyorsun ama öyle olmuyor işte. Bir gün bir bakmışsın çat! aklına düşüvermiş o "unuttum" dediklerin.
Unutmuyoruz dostlarım, sadece yaşamak için bir neden arıyoruz. Unutmak için uğraştığımız her ne varsa, yokmuş gibi yapıyoruz. "Benim bundan önce derdim yok muydu?" düşüncesi ile başka amaçlar bulmaya çalışıyoruz. Tekrar gülmek için uğraşıyoruz ve daha aklınıza gelebilecek milyon tane uğraş..
    Ama anlayacağınız o ki hepimiz zamanın nankör kollarına kendimizi atıyoruz, sırf o an iyi olmak için. Sırf "unuttum, yokmuş gibi yapıyorum, mutluyum" diyebilmek için. Aslında nankörlüğü biz kendimize yapıyoruz, bu yazıyı bile okurken aklına düşmeyecek mi unuttukların? Hani unutmuştun mu? :) Sesi güzel kadının da dediği gibi;
     Unutmuyoruz, Bir Çaresini Buluyoruz..

3 Kasım 2013 Pazar

Ya Her Şeyim, Ya Hiçim..

   Bazı insanlar var ki, kalemimi kağıtla buluşturmama yardımcı oluyorlar. Kalemin içindeki kurumaya yüz tutmuş mürekkebi tekrar hayata bağlıyorlar.
   Bazı insanlar ise kalemimin açılmayan kapağı, hohlayıpta bir türlü yazamadığım mürekkebi gibiler. Hayatımdalar, herkesden fazla yer kaplıyorlar fakat bir gün var bir gün yoklar.
   İnsanın başına gelebilecek en zor sınav nedir biliyor musunuz? Anlaşılamamak. Yoksa boş bir kağıdın ne anlamı olur üstüne yazılar yazılmazsa. Başka türlü nasıl konuşur da, sesini duyurur? Bir kalem, mürekkebi olmadan nasıl dile gelir? Mümkün müdür onsuz yaşayabilmesi? İnsan da böyledir işte. Anlaşılmadan yaşayabilmesi mümkün mü? Bundan sebep değil mi birlikteliklerimiz, bundan sebep değil midir bu yazılar?
  Fakat bazen insan konuşmadan anlaşılmak ister değil mi? İlla kelimeleri dillendirmek yerine bir bakışı ile özetlenmek ister. "Aslında bedenim burada ama ruhum uzaklarda der gibi." "Gerçekten gülümsüyor muyum? Aslında intiharın eşiğindeyim" demek gibi. Sizin bir bakışınızla, uzaklara dalışınızla anlayabilecek insanlardan bahsediyorum, evet.
  Öyle insanların size ne kadar büyük yaralar hediye edebileceğini düşünsenize? Yeri doldurulamayacak, tarifi yapılamayacak bir acı. Kaç kağıt karalasanız boş, kaç kalem dillensede merhemi yok.
  Bu soğuk Kasım akşamında, keşke diyorum. Keşke biri elimden tutup "ben seni anlıyorum" dese. Keşke hayatımızın bazı dönemleri için "çıkarılmış sahnelerdi bunlar, aslında yok böyle bir şey" diyebilsek.
  Keşke kalemin mürekkebi hiç kurumasa,
  Kağıdım artık dillense bir bahar esintisi ile
  Hüzün bu kadar içimize işlemeseydi, mümkün olurdu belkide..

  Çözümleyemediğim bu denklem, bu kördüğüm bir şarkının nakaratı ile dökülüyor dudaklarımdan  şimdide; "Ya her şeyim, ya hiçim. Sorma dünya ne biçim. Bir kördüğüm ki içim çözdükçe dolanıyor"..

 

21 Ekim 2013 Pazartesi

Hayat Bu Ağlayacaksın da, Hayat Bu Gülmeyi de Öğretecek Sana

  http://www.youtube.com/watch?v=o5nFjQv49Dc 

  Bu yazı anlayabilmen için biraz zaman ayırıp paylaştığım sekmedeki videoyu izlemen lazım.
  İzledin mi? Başlıyoruz..

  Ellerimiz ayrılabilir birbirinden, bedenlerimiz artık başkalarının yanında bağdaş kurdu belkide. Gülümserim herkese, gülümserken yalan atabilirim içten içe. Var olmayan bir tablo çizerim, inandırırım da herkesi kendime. Var ederim o tabloyu. Gel gelelim bilirim ki yok öyle bir tablo. Ama yinede gülümser ve "Her şey yolunda" derim sana, kaybolduğum çıkmaz sokaklarım vardır halbuki bilemezsin. Gurur mu dersin, pişmanlık mı bilemem.
   Mutluluğu bulacağım diye türlü türlü yollar denedim, yanlış kararlarımda oldu, yaptığım doğrularda. Küçük bir ayrıntıyı unutmuştum o zamanlar. Mutluluk başlı başına bir yoldu ve o yolda yürünmesi gereken insanlar vardı bilemedim. Avaz avaz bağırıyordum "seviyorum" diye, sustum. Kaybetmekten korktum, sevgime güvenip kullanılmaktan korktum, sırtımı dayarsam bıçaklanmaktan korktum.
   Yazmayı seçtim bende, cebimdeki cümlelerden en güzellerini vermeyi seçtim. Fakat cümlelerimin çoğu cebimde kaldı, çünkü korktuğum ne varsa yaşadım hepsini. Rest çektim, kapı çarptım, bazılarına bizzat kapıyı açtım. Sonra bir şarkı çaldı radyoda, bir rüzgar öyle hoş koku getirdi ki burnuma, doldu gözlerim. Fark ettim ki keşkelerim, bir de gözümü kapattığım da hala yanımda olan bedenler kalmıştı geriye.
    Çok ağladım o gece.
    Sonra aynanın karşısına geçtim başa sardım.
    "Her şey yolunda, sil göz yaşlarını" diyerek yeni güne başladım.
    Cebimdeki umutlarla gün ışığını karşıladım..



16 Ekim 2013 Çarşamba

Mutluluk Neymiş Ben Buldum! :)

Hepimiz mutlu olmak isteriz. Hepimizin bunun anlamını sorarız kendimize, hepimiz bunun için uğraşırız “mutlu olmak için”. Peki mutluluk nedir?
    Bu soruları size sorduğum gibi bende kendime sordum bu bayram gününde. Neydi mutluluk? Bu kadar peşinde koştuğumuz, anlamını aradığımız, bulamadık diye isyanları oynadığımız bu mutluluk neydi? Neden görünmüyordu bize? Cevabını bulur gibiyim, hemen satırlara dökmeliydim. Mürekkebin kalemde can bulması gibi, benimde düşüncelerim kağıtlarda can buluyor. Sizler okuyunca da anlamlanıyor.
    Aynı bayramlar gibi. Uzun zamandır görmediğiniz o akrabalarınızın kucaklaşması. Sizinde yüzünüzde bir gülümseme oluşturmuyor mu? Kurbanın hemen kavurmaya dönüştürülmesi hemen kalabalıkla tadılması, çok az bile yeseniz bambaşka bir tad vermiyor mu? Aslında çikolatalardan, baklavalardan mideniz bayılsada sırf bayram diye sırf büyük diye, maksat dostları görmek diye gitmiyor musunuz o evlere? Gene gülümsüyorsunuz değil mi? *Peki bu gülümseme neden? Orada bir mutluluk mu oluştu yoksa 
J
    Başka bir pencereden bakalım. Hepimiz hayat gayesi telaşına kapıldık gidiyoruz. Ben üniversite öğrencisiyim şahsen ilkokul arkadaşlarımı yolda denk gelirsem görüyorum. Araya bir iletişim kopukluğu girdi ki sormayın. Sonra bayramda bir mesaj aldım, sağolsun facebook bazen işe yarıyor işte 
J İlkokul arkadaşlarımdan biri, halimi hatırımı sordu, konuştuk. Baktım ki istemsiz bir gülüş. Sizce bu da mutluluk sebebi olamaz mı?
         İşte o zaman anlıyor insan, güle ulaşacağım diye papatyaları kaçırdığını. Ben bu gece kaç papatya ezdiğimi, aslında neleri kaçırdığımı farkettim. Yanı başımdaydı mutluluk, yanı başımdaydı gülüşlerim, yanağımdaki gamzem. Ama ben kendimden esirgedim onları, ailem kaçırdı, çevremdekiler kaçırdı. Ne çok şey kaçırmışım meğer. Bu yazıyı yazıyorum ki ben yaptım sen yapma, şimdi kocaman gülümseme ve asla unutma sen olumlu bakmak istersen, gülmek istersen, kimse durduramayacaktır seni. 

   Unutma tek çiçek gül değildir, papatyaların kıymetini de bilmek gerekir. Hepinize İyi Bayramlar, Sağlıcakla Kalın J

12 Ekim 2013 Cumartesi

9.yy'dan Bellidir Bazı Gerçekler.. /ALINTI

   Gürültü-patırtının ortasında sükûnetle dolaş; sessizliğin içinde huzur bulunduğunu unutma. Başka türlü davranmak açıkça gerekmedikçe herkesle dost olmaya çalış. Sana bir kötülük yapıldığında verebileceğin en iyi karşılık unutmak olsun. Bağışla ve unut. Ama kimseye teslim olma, içten ol.  
   Telaşsız kısa açık ve seçik konuş. Başkalarına da kulak ver; aptal ve cahil olduklarında bile dinle onları; çünkü dünyada herkesin bir öyküsü vardır. Yalnız planların değil başarılarının da tadını çıkar. İşin ne kadar küçük olursa olsun onunla ilgilen. Hayattaki dayanağın odur.
   Olduğun gibi görün ve göründüğün gibi ol. Sevmediğin zaman sever gibi yapma. İnsanları yargılarsan onları sevmeye zaman kalmaz. Ve unutma ki: insanlığın yüzyıllardır öğrendikleri sonsuz uzunluktaki bir kumsalda tek bir kum taneciğinden fazla değildir.
   Kaybetmeyi ahlaksız bir kazanca tercih et, ilkin acısı bir an, ötekinin vicdan azabı bir ömür boyu sürer. Bazı idealler o kadar değerlidir ki o yolda mağlup olman bile zafer sayılır. Bu dünyada bırakacağın en büyük miras dürüstlüktür.
   Yılların geçmesine öfkelenme, gençliğe yakışan şeyleri gülümseyerek teslim et geçmişe. Yapamayacağın şeylerin yapabileceklerini engellemesine izin verme. Rüzgârın yönünü değiştiremediğin zaman yelkenlerini rüzgâra göre ayarla. Çünkü dünya, karşılaştığın fırtınalarla değil, gemiyi limana getirip getirmediğinle ilgilenir.
   Ara sıra isyana yönelecek olsan da hatıla ki evreni yargılamak imkânsızdır. Bu yüzden kavgalarını sürdürürken bile kendinle barışık içinde ol. Hatırlamazsın doğduğun zamanları, sen ağlarken herkes sevinçle gülüşüyordu. Öyle bir ömür geçir ki herkes ağlasın sen öldüğünde.
   Mutlulukla gülümse sabırlı, sevecen, erdemli ol. Önünde sonunda bütün servetin sensin. Görmeye çalış ki bütün pisliğine ve kalleşliğine rağmen dünya insanoğlunun biricik güzel mekânıdır.


/XSENTUS İ.Ö. 9.YY

5 Ekim 2013 Cumartesi

İşte yine başbaşayız içimin acısı..

      Dışarıda bardaktan boşalırcasına yağan yağmur, odam soğuk ve yalnız.
   Bazı geceler olur bu, hani durup dururken birden aklınıza düşer ya bazıları. Hani bir şarkı çalmaz, ne bileyim koku olmaz, isim görmezsiniz ama o an aklınıza düşerler ya işte öyle bir gecedeydi kadın. Yalnızlıkla şikayeti olmayan aksine yediği darbelerden sonra yalnızlığı seven bir kadın. Peki neden şimdi, gecenin bu saatinde yalnızlık bu kadar koydu? Neden birden titredi bedeni? Neden birinin sıcaklığını, kokusunu arzu etti. Haklı olduğunu bildiği halde neden geçmişine dönüp vicdan azabı çektirdi? Anlatsa "dert" diye isimlendirdiklerini belkide dert değildi hiçbiri. Ama neden dolmuştu bu denli içi? Neden artık yağmurun sesi onu tatmin etmiyordu?
   Hayatı boyunca seçimi duymaktan yana kullanmıştı çünkü. Sevildiğini de duymak istedi, sevilmediğini de. Arkasından değilde yüzüne söylensin istedi her şey. Her neyse problem konuşarak çözülebilsin istedi.
   Ne bileyim işte duygular çok çabuk tüketilsin istemedi mesela. Sevgi de dibine kadar yaşanmalıydı, nefrette. Çünkü bu iki duygudur insanları ayakta tutan ve gene bu iki duygudur sapasağlam insanları yıkan, bilirdi. Her sevdiğinde, sevildiğinde üzülürdü bunu da bilirdi, gel gelelim neden durduramazdı kalbini? Aslında milyon kere ilgileniyorken, neden umursamaz davranırdı?
   Neden mi? Çünkü herkes gibi, sen gibi, ben gibi o da vakti zamanında indirdi perdelerini. Dost kazığı yedi, sevgili kazığı, ev sahibi kazığı yedi, belki de yurt kazığı. Daha aklına hayaline gelecek milyon tane kazık. Sonra baktı ki olmuyor böyle, var mıdır dedi? Var mıdır bir yerlerde kazık yemeyeceğim biri? Durdu, düşününce fark etti ki vardı biri. Hemde uzağında değil, karşıdaki aynadan adete ona bakıyordu.
    O siluet ki, onunla konuşur, onu dinler, bir o anlar kendisini. İşte o zaman karar verdi, insan ancak içine attıklarıyla büyüyebilirdi. Ve yine insanlar, bu soğuk kış günde, battaniyesinin altında, sen gibi, ben gibi ancak şunu diyebilirdi;  “Yağmurlarda geldiğine göre, İşte yine başbaşayız içimin acısı, yine başbaşayız cancazım..”

28 Eylül 2013 Cumartesi

Mükemmel Bir Yazı /Alıntıdır!

Kızlarınızı iyi yetiştirin;
Kendi kendilerine yetmeyi öğretin.
Namuslu olmanın yürekten geçtiğini öğretin.
Evden çıkar çıkmaz ilk köşede eteğinin boyunu kısaltmasına gerek olmadığını öğretin.
İstediğini giymeyi öğretin.
İnsanın ahlakının sadece kendi beyninde olduğunu öğretin.
Kıskanılmanın sevilmeyle aynı olmadığını öğretin.
Kıskanılmanın güzel, saygısızlığın kötü olduğunu öğretin.
Beni çok kıskanır, dışarı çıkarmaz, şunu bunu giydirmez diyen adamla gurur duymamayı bunun aslında kendine hakaret olduğunu öğretin.
Arayıp neredesin; kiminlesin vs. diyen adama seni tanımadan önce nasıl davranacağımı bilmiyor muydum haddini bil demeyi öğretin.
Eşlerini aldatan erkeklerin yanındaki ikinci kadın olmamayı öğretin.
Oğullarınızı iyi yetiştirin;
Karşı cinse saygı duymayı öğretin.
Gece yarısı evine geç dönen kadının, her kısa etek ile dolaşan kadının “aranmadığını” öğretin.
Bir kadının omzuna arkadaş olarak da sarılabileceğini öğretin.
Dokunmaktan korkmamasını öğretin.
Sevmenin değer verme olduğunu öğretin.
Sahip çıkmayla sahibi olmanın farklı olduğunu öğretin.
Bulunmaz hint kumaşı olmadıklarını; olsalar bile burun silinen mendillerinde kumaştan yapıldığını; hiç kimseyi küçük görmemeyi öğretin.
Ama bunları önce kendi içinizdeki çocuğa öğretin.

/Prof. Albert Einstein, Eylül 1946
ABD Toplum Gönüllüleri Vakfı'nın düzenlediği bir Konferans konuşmasından alıntı

6 Eylül 2013 Cuma

Acınası Kısır Döngü!

   Bir akşam yemeği dönüşünde yazıyorum bu yazıyı sizlere. Bilmem sizde de öyle midir ama bizim evde akşam yemeği sırasında haberler açıktır. Ne yalan söyleyeyim şimdi ben haberleri sevmem. Ne iştah bırakıyor bende, ne de hayattan zevk.
   İşin ilginci yazdığım yazılardan dolayı çevremden şu tepkileri alırım. Gerçekten bu dediklerini uyguluyor musun? Hiç mi umudun kırılmıyor yada hep böyle güçlü mü durursun? vs. sorular duyuyorum arkadaşlarımdan. Yahu bende insanım. Kızıyorum, ağlıyorum, nefret ediyorum, hatta belada okuyorum :) Kıskancım da, yeri gelir bencil de olurum, belki sana göre sinirliyimdir, diğerine göre dobra. Yani insana konulan tüm sıfatlar ben oldukça, siz oldukça yaşamaya devam edecek. Kimse dört dörtlük değil, bu duygular hepimizde var. Ama benim size söylemek istediğim, üstüne basa basa yazdığım şeyler hep aynı kapıya çıkıyor aslında. Önemli olan senin nasıl olduğun değil, emin ol kimse senin nasıl olduğunu önemsemez. Önemli olan senin nasıl baktığın. Sana göre dünya cennet mi? cehennem mi? Önemli olan nefes almak mı? yoksa aldığın nefesi verirken neler yaşadığın mı? Hiç misin, her şey mi? Sen onca buna karar ver. Sen nasıl bakarsan neticesinde dünya sana ya yük olacak yada yoldaş. İki seçenek var yani.
   Gel gelelim haber şöyle şekilleniyor. 10 yaşında bir kız arabada uyuyor, cam hafif aralık. Adamın biri o camdan elini uzatıp kapıyı açıyor ve hazin son, günümüzün acı gerçeği olan tecavüz! İnanın bana haber nerede olmuş ve devam eden diğer haberleri kulaklarım duymadı sanki. Ben hep o haberde kaldım. Nasıl bir zihniyet bu kıza onu yaşatabilir. Gencecik, daha yeni filizlenen bir tohum açmadan göçtü gitti. Niçin? Bir anlık zevk için, afedersiniz ama o adamın uçkuru için bir hayat gitti. Peki sorumlusu kim? Kim çekecek bu suçu? Bilmem kaç yıl hapis yatsa çözüm mü şimdi.
    Bu olaylar yüzünden hayattan korkuyor insanlar. Anneler- babalar bu yüzden "ben sana güveniyorum, çevreye güvenmiyorum" dermiş meğer şimdi anlıyorum. Gel gelelim sen veya ben bunu anlayacağız diye  o kız mahvolmasaydı iyi değil miydi? Ne yazsam şimdi yetersiz kalır. Ne söylesem söyleyeyim bu yaşanmışa derman değil. Yazıyorum sana çünkü; görüyorum ki kötü şeyler oluyor, seni de korumak istiyorum. Ama kendini dünyadan soyutlayıp, korkmanı da istemiyorum. Söyle bana kardeşim var mı bunun bir yolu? Ne yapmalı şimdi? Polyanna mı olayım sana, yoksa Pinokyo mu?

Ne Arıyorsan Önce Kendi İçinde Bulacaksın..

   Bir şarkı mırıldanıyor kulağımda tam da günün bu saatinde. Bedenim burada olabilir fakat, ruhum dinlediğim müzikle apayrı yerlerde. Ve şarkı devam eder.. "Gitmek kolay, ya sonrası?"
   Bir şehirden gidebilirsiniz, bir kitabı okumaktan vazgeçebilirsiniz. Bir şarkıyı silebilirsiniz, bir insanı artık unutmak isteyebilirsiniz. Bunların hepsi bir seçenek. Gel gelelim sen kendi bedenin altında, daracık bir dünyada sıkışmışken ne hacet? Ne anlamı kaldı gitmenin söyler misin? Sen gitmeyi seçtin çünkü; kalınca da yapamıyordun. Gittikçe düğümler artıyor, arap saçına dönüyordu hayatın değil mi?
    Şimdi beni iyi dinle. Sen kendini bilmedikçe, içindeki ses sana ne istediğini söylemediği müddetçe üzgünüm sana yardım edemem. Bu yazılar ancak sana yol gösterir. Ama aradığın soru neyse cevabını veremez. Cevabı sen bulacaksın. Onun bunun ne dediğine değil, kendinin ne istediğine bakacaksın ve sonra bir karar vereceksin. Sonucunda kaybeden sen mi oldun? Kaybet! O seni sevmedi mi? Sen sevmeye devam et! Hayalin olan meslek çok zor, belki yıllarca uğraşacaksın ve parasız mı kalacaksın? Sonunda hayaline kavuşmak varsa pes etme! Ama ne istediğini bil.
   Bide madalyonun öteki tarafına bakalım senle gel. Farzedelim ki yapamıyorum diyerek çekildin bir kenara. Kalabalığın ortasında yalnız kalacaksın, elini uzatınca tutabileceğin kadar yakın ama bir o kadar uzak olacaksın insanlara. Çünkü bedenin orada olmayacak. Gülümseyeceksin, için buruk bir şekilde, bomboş bir surat ifadesi ile. Tanımayanlar bilmeyecek gülüşün gerçek mi sahte mi? Ama sen bileceksin işte. Aslında neyi istediğini fakat zamanında kolay yolu seçtiğini yalnızca sen bileceksin. Neyi istediğini, neyi aradığını bilmeyerek yoluna devam edeceksin.
    Şimdi diyeceksin ki yüreklendirmek kolay alıyor musun tüm sorumluluğu? Alıyorum. Neyi seçersen seç bazen kırıkların, parçalara ayrılmışlığında olacak. Ama ne istediğini bildiğin müddetçe, küllerinden doğmayı da öğreneceksin. Bazı parçalar eksik olacak, bazıları yeni. Ama er yada geç seninle kusursuz uyuşan parçayı bulacaksın eminim.
    Son olarak sözlerimi çok sevdiğim bir yazar olan Aret Vartanyan ile noktalıyorum. İşin özü yani bu yazının amacı tek cümledir! "Duymak zorunda olduğumuz ama duymamak için gürültü yaptığımız o fısıltı, her şeyi anlatıyordu."

10 Ağustos 2013 Cumartesi

Yarım Kalanlara Rağmen..

   Nice bahane bulur insanoğlu yaşanmışlarına, yaşanacaklarına..
   Gel gelelim hayatında olumlu ne varsa kendisi başarmış, olumsuzluklarına ise illa yükleyecek birini bulmuştur. Ben böyle değilim demiyorum, yeri gelir bende yaparım, yapmışımdır hatta. Lakin bunu bilmenin de bir erdem olduğuna inanıyorum. "Beni Böyle Sev" gibi klişe sözlerden hoşlanmıyorum mesela. Çünkü her insanın birbirinde hoşlanmadığı özellikler olabilir fakat önemli olan karşıdaki için bunu değiştirebilmektir. Atalarımız Kurtuluş Savaşı'nda "onların çok askeri var, bombası-silahı var ama bizim yok ki" diyerek vazgeçselerdi, şu an nasıl bir hayatta olurduk düşünün.
   Biz yola çıkan fakat o yolda yürümeyi bilmeyen insanlarız aslında. Çoğumuz uzun bir yol hayal ederek başlıyoruz işe, her şey iyi güzel. Sonra yoruluyor muyuz artık sıkıldık mı bilemiyorum o yolda çıkan en ufak bir problemde o yolu bırakıp, yen bir yol arayışına geçiyoruz. Hiç birimiz o problemi yok etmek için uğraşmıyoruz.Bu en ufak bir cep telefonunda bile yaşanıyor. En ufak bir arızada servise veriyoruz, bakıyoruz ki bir hafta geçmiş hala haber yok. Daha fazla sabredemeden başka bir telefon arayışına geçiyoruz. Ben öyle değilim deme şimdi okuyucu, hayatında en az bir kere yaptın bunu sende :)
   İşte sorunda tam olarak burada başlıyor. Çok büyük konuşuyoruz ama sonunu göremiyoruz. Yürü o yolu işte vazgeçme. Belki düşündüğün gibi olmayacak, belki de sen haklı çıkacaksın orasını bilemem. Ama sen yürü. Mücadele et, vazgeçme! Şu an hepimiz bıkkınsak, şikayetçiysek bunun nedeni yarım bıraktıklarımız, yarım bırakılmalarımız anlasanıza!
   Ve son olarak bu yazılanlar da yetinmiyorsan okuyucu, belki bu cümleler kafidir derdimizi anlatmak için;





22 Temmuz 2013 Pazartesi

Hayat Sahnesi Denilen Yerde Banada Bir Rol Verir Misin?

   Sizinde hayatın akışına kendinizi bıraktığınız o zamanlarda, uzunca dalmalarınız oluyor mu? Geçmişinizin film şeridi gibi gözünüzün önünden geçtiği yada gelecek hayalleriyle süslediğiniz henüz yaşanılmamış ama belleğinizde çektiğiniz, oynatılmak üzere beklenen bir sürü film..
   Bu sefer ki uzaklara dalışım bir film izlerken oluştu benimde. O oynadı, ben kendimi koydum başrole. Keşke dedim keşke bizimde hayatımıza böyle dostlar, böyle aşklar girse.. Tam hayattan kopacağınız, ben ne yapacağım dediğiniz o anda filmlerdeki gibi bir kurtarıcı.. Belkide bir "Sihirli Anne" fena olmazdı öyle değil mi? :) Ne yazık ki o sahneleri pek yaşamıyoruz, belkide hiç yaşamıyoruz. Ama ne güzel hayaller kuruyoruz değil mi? Bense daha realist oldum bu sefer. Hayatımı şu "zeka küpü" adı verilen rengarenk kareyi, renklerine oturtmakla uğraşırken buldum. 6 farklı renk içinde, laciverte takılmışım mesela. Tam onu yapacağım derken sarı mahvolmuş. Yada azıcık kırmızı oluşmaya başlamış. Şimdi ne alaka diyeceksiniz? Diyeceğim o ki hayatlarımızda böyle. Hepimiz lacivert, sarı yada artık hangi renkse onunla uğraşırken hayat bizim için ağlarını örmeye devam ediyor. O an için isyan edip düzgün gitmiyor diye şikayet ediyoruz, çünkü bir renk oluşturmak için diğerini mahvediyoruz. Aradan biraz zaman geçince anlıyoruz ki aslında başka bir renkte elde etmeye başlamışız, farkında değiliz.
   Evet, her günümüz mükemmel değil. Ama her günün içinde yüzümüzü güldürebilecek şeyler olduğunu görmeyi beceremiyoruz ne yazık ki. Gıpta ediyoruz, özeniyoruz, şikayet ediyoruz ama düzeltmek yerine hayatın bizimle uğraşmasına göz yumuyoruz. İkimizin de bildiği ve bütün bu filmlerin ortak noktasına dikkat etmelisin "İnanmak".
   Eğer bu yazıyı okuyorsan seninde hayatın bitmemiş demektir. Bugün ne olursa olsun, yarın için bir şansın var demektir. Belkide sen birilerini yüreklendirmelisin yada birileri seni kurtaracak bilemezsin. Ama hala hayatın devam ediyorken, yüzünü güldürecek bir şey yapmayı ve sevdiklerini de güldürmeyi unutma olur mu? Belkide birinin filminde başroldesindir yada senin başrol oyuncun gelecektir, bilemezsin.. Bir de unutmaman gereken son şey, o filmleri tekrar oynatabilirsin fakat gerçek hayatta şans eline bir kere geçecek bilmelisin.

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Çok Şeyi Vardı İnsanın Fakat Mutluluğu Az Kaldı. .

   "Vazgeçmek olmaz."  İç sesinin bu denli yükselmesine kendisi bile şaşırmıştı. Bu yarım aklımla, hala içim içime sığmazken vazgeçmek olmazdı hayallerden. Ruhum benden uzaklaşmış, duygusal anlamda çökmüşte olsam, yüzümdeki gülümsemeyi koymadan yaşayamazdım.
   Aslında böyle biri değildi hiç. Dışarıdan bakan herkes ona imrenir, güçlü duruşuna bayılırlardı. Neyse ki içeride işlerin nasıl döndüğünü kimse duyamıyor diye sevindi bir an. Ne zaman yere düşse, birinden yardım istese hiç bir şey onu iyileştirememişti. Fakat bir gün uyanınca bu iş olacak! dediyse o iş kesin olurdu. Yani milyon tane ses duysa etki etmez, ancak ve ancak kendi istediği zaman değişirdi her şey. Bugünde öyle günlerden biriydi işte. Haftalardır gözünden yaş, aklından duymak istemediği sesler eksik olmamıştı. Kendi kendini yeyip bitirmeye devam ediyordu ki gözü aniden televizyona ilişti. Daha doğrusu izlemekte olduğu televizyonda, berbat dizi araları reklamlarından oluşan bir seri başlamıştı. Sinirlenmiş ve umursamazca ekrana bakıyordu ki, bu reklam filminin diğerlerinden farklı olduğunu keşfetti. Bu bir "engelli" hayatları anlatan reklamdı. Kolu olmadan yüzebilen, sakat ayakla basketbol oynayabilen ve akli denge problemi yaşayan bir sürü insanın yüzündeki gülümsemeye takılı kaldı o an. Reklam filmi çoktan bitmiş, fakat o hale gülümseyişte kalmıştı. Ne de güzel gülüyordu o insanlar. Oysaki ilk dediği şey "iyi ki böyle değilim" olmuştu. "Hala aklıma ve bedenime hükmede biliyorum" diyerek bir oh çekti. Biraz zaman geçince asıl problemin kendi olduğunu irdeledi. Utandı. Yüz kızarıklığını hissetmezmiş gibi iç sesi de onu ayıpladı.
   Çünkü önemli olan akli dengeniz olmaması değil yada bir kolunuz, ayağınız olmaması değil. Yanlış anlaşılmasın bunlar tabii ki önemli ve şükür edilmesi gereken konular. Benim anlatmak istediğimse farklı. O insanlar bunca engele rağmen yaşamanın bir yolunu bula bilmişler ve direniyorken, en önemlisi ise gülebiliyorken biz neden yapamıyoruz? Her şey arasında bir hiçiz aslında. Elindeki oyuncağı beğenmeyen, gözü doymayan çocuklardan bir farkımız yok aslında.
    Ve son olarak her yerde hayatın anlamını arıyorken kendine bakmayı unutanlara küçük bir not;

13 Temmuz 2013 Cumartesi

Hayatımıza Girmesi ile Çıkması Hep Aynı Kalanlara; "Giderek Yabancılaşanlara"

 Ne ilginç değil mi? Yıllarca sizden habersiz doğup büyümüş birini dinlemek, sesini duyabilmeyi istemek fakat hiç bir notaya işleyememek. Bir kokuya özlem duyabilmek fakat başka hiçbir yerde o kokuya rastlayamamak. Kağıda dökebilmeyi isteyipte, kağıtta onun yüz ifadesinin canlanabilmesi ne ilginç değil mi?
   Evet, yoğun yaşanılan ve bir o kadar da çabuk tüketilebilen duygudan bahsediyorum sizlere, "AŞK". Yazmaya çalışsak kelimelerimizin kifayetsiz kaldığı, aniden aklımıza düşüpte yüzümüzü güldürebilen, konuştukça -daha çok konuşsa da dinlesem diye iç geçirdiğimiz anlardan oluşan o duygudan bahsediyorum size. Fakat her güzel şeyin bir sonu olduğu gibi bitebiliyor bazı aşklarda. Başlangıçta o güzel geçen anılarınızla direniyorsunuz, onlara sarılarak sorunların geçebileceğini sanıyorsunuz, sonra yavaş yavaş uzaklaşıyorsunuz o kokusunu sevdiğiniz insanlardan. Görmediğiniz zaman dakikaların geçmediğini düşündüğünüz vakitler, yerini birbirinizden uzak kapkara bir boşluğa, saatlere, günlere bırakıyor. Elinizden düşmeyen telefonlarınız, bir mesaj karşısında oluşan gülümsemeleriniz yerini masanın üzerinde çalmayı bekleyen cihazlara bırakıyor. Kurduğunuz hayaller yerini acabalara bırakıyor. Hala bir umut var mıdır diye düşündüğünüz zamanlarınız artıyor. Kalabalık arasında bir anda yalnızlaşıyorsunuz, kendinize bile yabancılaşıyorsunuz.
   Şimdi haklı olarak soracaksınız, sen nereden biliyorsun bunları diye? Biliyorum, çünkü yaşadım. Nasıl da hayaller kuruyoruz değil mi, nasılda gerçekleşecek diye kendimizi kandırıyoruz her defasında. Daha tanımıyorken karşımızdakini, nasılda oturtuyoruz nikah masasına. Ne kadar kırılsakta, üzülsekte toz konduramıyoruz ya onlara ne ilginç değil mi?
   Aslında iyi biriydi onlar. Ama sakarlardı hep, bilmezlerdi ne yapmaları gerektiğini. Bu sefer de bilmeden kalbimizi kırıvermişlerdi işte. Önceden güvenimizi de kırmışlardı, hayallerimizi, umutlarımızı... Sanırım onlar soyut olacaktı ki, somut bir sonuç elde etmek istemişlerdi bu kez. Bu kez de kalbimizi kırdılar, keşke kırmasalardı, o kalbin içinde kendilerinin olduğunu bile bile yapmışlardı bunu. Kalp ağrılarımızın birer sahipleri olmuştu artık. Peki onlara ne mi oldu? Kendi kendilerinin celladı oldular. .




20 Haziran 2013 Perşembe

Sevince. .

Bazı insanlar hissetmek ister sevildiğini,
Bazıları duymak.
Bazıları söylemek ister sevdiğini,
Bazıları ise haykırmak.
Bazıları yazar sevgisini,
Bazılarının yanakları al al olur sevince.
Bazısı söyleyemez sevdiğini,
Bazısı ise bekler sabırla duymak için.
Bazısı sabırsızdır duramaz ki yerinde,
Bazısı ise sakindir, yatıştırır onu sevgisi ile.
Bazı hikayeler böyle bekleyerek son bulur, öldürür sevdiğini yavaşça, içten içe. .
Bazı hikayeler ise mutlu sonu bulur, gül yüzlü melekler içinde.

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Gölgenle Yoldaş Ol, Geçmişinle Sırdaş. .


“Akıl yaşta değil, baştadır.”  Sözünü sevenlerden yanayım ben. Evet, hayat tecrübesi diye bir şey vardır buna lafım yok. Lakin insanın kendini eğitmesi, o tecrübelerinden ders edinmesi, kendisi yaşamasa bile duyduklarından ders çıkartması gerektiğini düşünürdüm hep.
    Benim bazı şeyleri anlamam geç oldu tabi. O “ergenlik dönemi” denilen saçma zamanları bende yaşadım. Az çektirmedim çevremdekilere. Şimdi düşünüce utanırım, yanaklarım kızarır. Bazen de kendim bile gülüyorum kendi hallerime. Saçma insanlara adıyorsunuz kendinizi, gözünüzün önündekiler göremiyorsunuz, boş şeylerle vakit öldürüyorsunuz ve en önemlisi ise o dönemler ailenizi cephe alıyorsunuz. En azından benim ki böyleydi.  Şimdi ailemle aramdan su bile sızmaz ama geç kalınmışlığın, pişmanlıklarımdan tarifi olmaz. Bir sürü kalp kırıcı sözler, nezaket yoksunluğu, anlayışsızlık. Tecrübe, geçmişteki anılarınız su yüzüne çıktığında sizi yerle bir edebiliyor bazen. Şimdi ise okuduğum kitaplar mı demeli, ailemden uzakta okuduğum üniversite hayatı mı bilemiyorum artık daha iyi anlıyorum bazı şeylerin kıymetini. Yanı başınızda sizin için atan kalpler varken, değmeyecek insanlara ömür adanmayacağını, göz yaşımı herkes için akıtmamam gerektiğini, insanların hain olduğunu, sadece kendilerini düşündüklerini ve şu anı kurtarmak adına ellerinden her geleni yapacaklarını yeni öğrendim. Empati yapmanın zor olduğunu ama karşılığında gülen bir yüz kazanmanın ne demek olduğunu geç fark ettim. İnsanların yüzüne yaptıkları hataları, kabul edemedikleri gerçekleri, aslında düşüncesizlikten yoksun olduklarını söylediğimde bazen yalnızlıkla ödüllendirildiğimi öğrendim. Yaşıtlarım pek geçinemezdim, en ince ayrıntıyı düşünen ben, haksızlığa tahammül edemeyen ben için, zordu onların doğrularını kabullenmek. Hiçbir işin kolayına kaçmadım, son umut damlası bitmeden çöpe atmadım hiçbir şeyi. Ben bunları tam 20 yaşıma girmeden önce öğrendim. Gönül rahatlığıyla diyebilirim ki kendimi bile düşünmedim, karşımdakiler düşündüğüm kadar. En ince ayrıntısına kadar sık eledim, kolaya kaçmadım. Zaten hiçbir zaman kolay soruları da yapamazdım.  Genelde yaşıtlarımla değil de, büyüklerimle daha iyi geçinirdim. Bazen konuştuğumda anneciğimin gözlerinin dolduğunu bilirim, babamın pür dikkat beni dinleyip “kızım büyümüş” dediğini, hocalarımın “ben kimlerin yanımda duracağını biliyorum” dediğinde göz göze geldiğimizi bilirim, bencil arkadaşlarımın kolaya kaçmalarını bilirim, “sen ne biçim öğrencisin” lafını çok duydum, bilirim.
    Lakin insan soruyor kendine bazen, bu yaşında o saçlarındaki beyazlar neden arttı bu nedenli? Neden bu kadar yordun hiç değmeyecek insanlar için kendini? Onları anlamak adına, aslında doğru bildiğim o yolda kaç kere tereddütle geriye döndüğümü hatırlıyorum da şimdi. Sonra başımı yastığa koyduğum da bir şeyler fısıldanıyor kulağıma; “Geçmişin, geleceğin için attığın adımlarda daima senin gölgen olacaktır. Kullanmasını bilirsen gölgen senin yanında siper eder kendini, kullanmasını bilmezsen arkadan bıçaklar.”  

14 Mayıs 2013 Salı

Gelecekteki Sevgiliye Not! :)

   Sormuyor değilim kendime? Acaba benim masal kahramanın şu an kiminle, nerede, mutlu mu? Yoksa onu üzüyorlar mı? Hala birbirimize kavuşmadığımıza göre o da üzülüyordur şimdi. Benim masalımı, başkasına yaşatıyordur, başkaları kıymetini bilmiyordur onun.

   Çapkın mıdır acaba? Çok çektirip kızlara, başına bela da beni mi alacak acaba
J Ya da uysal mı? Beni sabah mahmurluğu halimle de sever mi acaba? Kokoreç yediğimi duysa tiksinir mi, bide o var. Şu an gözleri fıldır fıldır geziyor, bana gelince neler olacağını biliyor mudur acaba? Kıskançlık krizi mi dersin, çikolata krizi mi J Saçının teli için nelerden vazgeçemeyeceğimi bilmiyor o şimdi, başkasının elini tutuğu halde onu beklediğimi bilmiyor. Şu an kalbi başkası için çarpıyor, “sensiz olamam” diyor belki de o kıza, bilmiyor ki masal kahramanı benim onun. Bilmiyor ki, biz bir araya gelmeden, mutlu son yazılmayacak!

   Kalbim ve ben, hala seni bekliyoruz. Bir şeylerin çabuk farkına varmanı ve sana armağan edilecek bu kalbi kabul etmeni bekliyoruz. Çok gecikmesen artık, anlatılacak bir sürü hikâye birikti, senle masal olsak mı diyoruz?
J

1 Mayıs 2013 Çarşamba

Sen Eşittir Ben


Yazmak nedir desem ne derdiniz bana? Nasıl ifade ederdiniz?
   Bence yazmak delice, bir o kadar cesaretli, bir o kadar duygusal, sizden ve içten. Delice çünkü;  biri okusun veya okumasın sizin düşüncelerinizi kağıda dökmeniz gerek, saçma olsun olmasın, iç sesiniz size aldırıyor kalemi, haydi diyor yazmalısın başka türlüsü güç.
    Cesaret gerektiriyor evet, ya bu yazdıklarınızı beğenmeyen olursa, ya da birilerine sesinizi duyurabilmek, anlaşılabilmek adına açtığınız bu savaşta mağlup olursanız o zaman ne olacak? Vazgeçebilir miyim yazmaktan?
   Duygusal bir iş bence yazmak. Öyle herkes oturup masa başına yazamaz yazı. Yaşanmışlık gerektirir yazmak, his gerektirir. Seni bile titretmiyorsa yazdıkların, o kağıda döktüklerin seni yansıtamıyorsa ne anlamı var bu cümlelerin bana söyler misin? Arada bir bağ kurmamız gerek ki, ben senin o söyleyemediklerin olmalıyım. Beni okuyunca kendini de bulmalısın, muhakkak yazının bir yerini kırpmalısın kendine.
   Yazı benden, senden, sizlerden. Aklımdan geçen o kelimeleri yazmaya başlarken hoop bir metin oluşuveriyor böyle. Bu benim metnim, sen yazınca seninde olacak.
   Yazmak içtendir tabii, ben buraya olmadığım bir “Nur portresi” çizmiyorum. Ne yaşıyorsam o, ne görüyorsam o. Güler yüz maskesinin altında, o görünen et parçasının altında ne düşünceler geçiyorsa, buraya yansıyor işte. Maalesef göründüğü gibi olamıyor insanlar bazen. Peki o içimden taşan düşüncelerimi napıcam? Tabii buraya kirleticem, sende okumalısın yoksa ne anlamı var, bilmeliyim ki yürüdüğüm bu yolda yalnız değilim.
   Biliyorum seninde kendine bile söylemediğin birçok sırrın var belki. Olmuyor bazen, dilinin ucuna kadar gelen o kelimeler çıkmıyor bir türlü. Benim kurtuluşum yazmak. Eğer dökemeseydim buraya bu düşünceleri, inan kafayı sıyırırdım. Artık yazmak ve ben, birbirimize mahkûm gibiyiz. Daha doğrusu ben ona mahkûmum J Son olarak ise bu yazıyı okuyan okuyucum sen ve ben, eğer yazı yoluyla bir bağ kurabiliyorsak, yalnız olmadığını bil. Benim gibi, senin gibi milyonlarca insan vardır. Yeter ki kapatma kendini o kör kuytulara, bil ki anlaşılmayı, anlatılmayı bekleyen milyonlarca insan ve hikâyeler var. Kör kuytularınızdan, aydınlığınıza çıkabilmeniz dileğimle J  

28 Nisan 2013 Pazar

Yosun tutmuş denizimin incileri dökülmüş. .


    Bir yolu olsa inan ki yapardım, kimsenin ne diyeceğini umursamadan, tüm reddedilme seçeneklerini yok ederek, koşar giderdim istediğim hayalin yanına. .
   “Elalem ne der” düşüncesi kadar içimi yakıp kavuran bir şey olmadı belki de. Bundan bu susuşlar, bekleyişler, sabır, tahammül hepsi bundan. Çünkü gerçek hayatla, diziler aynı değil işte. Ben küçüklükten beri masal dinledim, dizi izledim sandım ki hayatta öyle toz pembe, gerçekten kahramanlar var sandım. Yanılmışım, yanıldım. O masallardaki kuleye kapatılan prensesi kurtaran prensler, şimdi birer çapkın. Seni kapatsalar, peşinden gelmez, başkasına koşar inan ki. O Türkan Şoray’lar da yok artık. Hatta onun kuralları var ya hani, onlar bile yok. Hatta ve hatta söylesen uygulamak istesen, “sen ne geri kafalısın” derler biliyorum, tecrübeliyim çünkü. Belki sert olacak ama o düğünlerde geline takılan kırmızı kurdele sembolik olmuş, oysa o kurdelenin ne demek olduğunu öğrendiğimde ne kadar da gözlerim dolmuştu dün gibi hatırlarım. Bazı şeyler umuma açık yerlerde yaşanmaya başladı, bazı şeyler cep telefonuyla söylenmeye başladı. Kimse kimsenin peşinden koşmayı bırak, yüz yüze bile konuşmuyor artık. Neymiş efendim utanıyormuş muş. İnandırıcı değil. O namus bekçileri gibi gezinen adamlar var ya hiçbiri de namus ne demek daha onu bile bilmezler inan ki. Ama eleştirmeye gelince dil pabuç gibi.
    Kızgınlığım sana, ona, bunlara herkese. Kızgınlığım o dizilere, kızgınlığım hayallerime saygısı olmayan adamlara, kızgınlığım bu hayalleri bildiği halde senide emellerine alet etmeye çalışanlarda. Kızgınlığım en çokta kendime. Ne saf büyümüş, ne çok hayal kurmuşum. Hala inanmıyorum, inanmakta istemiyorum. Ben hala mektup yazmayı da severim mesela, yanaklarımda kızarır ki benim..
   Gerçekten yok mu düzgün insanlar, yok mu hala dürüstlüğe, sadakate önem veren? Artık kabul etmeliyim, ediyorum. Kayıp Yüzyılın Prensesi oldum bende. Zihniyetim uymuyor bu devire. .İçimdeki masmavi deniz, yosun tutmuş kirlenmiş. İncilerim dökülmüş, düşüncelerim  ise hissiz.

19 Nisan 2013 Cuma

Bir Yılın 4.Ayı idi, Ruhumun Yansıması. ."NİSAN"


    Babasının küçükken aldığı ayıcığı kucağında, sallanan sandalyesinde bir ileri, bir geri hareket ederken kendini aslında dışarıdaki yağmurla özdeşleştirdiğini geç fark etti o gün. “Aslında 12 ay içinden bir ayı seç deseler, bu kesinlikle Nisan ayı olurdu” dedi.
    Yani anlayacağınız gibi hızlı geçen günün, bilinmeyen bir saatinde zaman bir an için yavaşlamış ve gene derin düşüncelere dalmıştı kadın. Güneş sanki ona annesinin bebekliğinde yaptığı gibi “ce ee” diye sesleniyordu. Bir anda çıkıp, gülümsüyor; sonra uzun bir süre kayboluyor ve onun da karamsarlığa kapılmasını sağlıyordu. Sonra hiç ummadık bir anda tekrar en baştan. İşte o an geçirdi içinden, “kesinlikle Nisan ayı, aynı benim gibi” dedi.
    Bilirsiniz Nisan ayı yağmurları ile ünlüdür. “Nisan yağmurları bunlar, doğaldır” diyerek karşılarız hatta. İşte kadında öyleydi artık. Ayakta güçlü durmak, doğru bildiklerinin peşinde koşmak artık onu yormuştu. Dışarıdan genç görünse bile, ruhu kesinlikle nüfus cüzdanındaki yaşından iki kat yaşlı bir hal almıştı. Artık o da Nisan ayı gibi, bazen gülümsüyor bazen ise aniden kükreyip, duygusal bir hal alıyordu ve yerini sağanak yağışlarına bırakıyordu. Bazen kendisi bile bu duruma anlam veremiyordu lakin kontrolde edemiyordu. Sonra olumsuz düşüncelerinden kurtulmak istedi fakat işler iyice sarpasardı. Geçmişi düşündükçe daha da düğümlendi geleceği, kördüğüm oldu, çözmeye çalıştıkça daha fazla düğüm haline gelen bir yumak oluştu. O an dışarıdaki yağmur sesinin de şiddetlendiğini fark etti. Geçmişte ne çok hatalar işlemişti kim bilir, cahillik miydi yoksa bazılarını isteyerek mi yaptı bilinmez ama çeki düzen vermek için bir yerden başlamıştı. Lakin hayat onun peşini bırakmamış, sürekli ona virajlar, bayırlar koymuştu. Sanki “pes et, benimle oynama” der gibiydi. O an yağmurun artan şiddetiyle silkelendi.
    “Her zaman bahar yaşanmaz ki ömürde, bunun kara kışı da var. Her zaman da kara kış olmaz, bunun elbet baharı da var” diyerek kendine güç bulmaya çalıştı. Devam etti iç sesiyle konuşmasına; “Bahar mı istiyorsun, önce içindeki birikmiş karamsarlığı bir dök, bir kurtul şu yüklerinden dedi” Sahi Nisan ayıda böyle değil miydi zaten? Önce dökerdi içindeki tüm ağırlığı, gamı, sonra peşine baharı getirmez miydi?
  --- Hiçbirimizin 1 sene daha yaşayacağı garantisi yok ve hala vakit varken bu Nisan aynın bir gününde, Nisan yağmurları ile dökün içinizi. Sonra bahara kavuşun lakin unutmayın gene kara kış gelecek işte o zamanda peşinde bir bahar olduğunu unutmayın, umutsuzluğa kapılmayın. Kara kışın içinde de bir güneş açtırmak isterseniz de bu sözle kendinize güç bulun; “Çaresizseniz, Çare Sizsiniz”

10 Nisan 2013 Çarşamba

Hala Vakit Varken, Erteleme Cümlelerini. .

   Söylemek isteyipte söyleyemediklerime ne demeli? Peki söylesem tesir eder mi? Kısmen eder belki, tabi karşındaki insana bağlı bu durum.
   Ben genelde en olumsuzu düşünen insanlardanımdır. Kendimi en kötüye alıştırırım, eğer sonuç iyi olursa daha çok sevinebilmek için :) Ama bu durum aslında o kadar da hoş değil. İçimde hep bir yerlerde anlaşılamama duygusu, acaba ben mi hata yapıyorum sorusu ile savaşmak inanın bana hoş değil. O kadar çok şey söylemek isteyipte yutuyorum ki bazen, iç sesim  o an "anlatsamda anlamayacak, sesim benden çıkıp, yine beni vuracak" diyerek içine ata ata volkan yaratıyor orada. Bir gün nasıl patlayacak acaba, bende merak ediyorum doğrusu :) Çok ince detaylarım var mesela, en ufak şeyi düşünür yorarım kendimi,  karşımdaki böyle olmayınca üzülürüm sonra kabuğuma çekilirim. Biri de bana ilk adım atsın isterim, birinin gizli öznesi olmak isterim. Gizliden gizliye birinin içinde ben olmak, daha sonrasında benim içimde de yer edecek biri.. 
    Bence dünyanın en kolay işidir tebessüm oluşturmak, yok etmekte öyledir tabi. İki tezat kavramda çok çabuk oluşur, fakat yıkımı kolay telafi edilemez. Yıktıktan sonra ise farzedelim ki düzeltmek istediniz bu durumu; çaba gerektirir, sevgi gerektirir en önemlisi ise mutlu sonla biteceğine inanılması gereken inançtır. Eğer bir işin sonunda olumsuzluk şıkkı koyarsanız, o iş emin olun iyi bitmez. Çünkü kalbi kırık bir insanı yeniden kazanmak dünyanın en zor işidir. Madem kırdınız, e azıcık çekeceksiniz ceremesini.
   Ve şunu asla unutmayın, her insan bambaşka bir dünyadır. Eğer yaşamak istediğiniz yeri bulduğunuza inanıyorsanız, bir dakika bile zaman kaybetmeye, bahanelerinizle geciktirmeye izin vermeyin. Çünkü bu geciktirme başkalarına fırsat vermektir, çünkü bu geciktirme sonucu pişmanlıktır, çünkü bu geciktirme mutluluğu ertelemektir. Bugünler varken mutlululuğu yarınlara ertelemeyin, zaman çabuk geçiyor. . Şimdi sevme zamanı! :)

3 Nisan 2013 Çarşamba

Dikkat, Vize Geliyorum Demez! :)


          Ben bir üniversite öğrencisiyim. Bilmeyenler için söyleyeyim. Üniversite de  bilmem kaç türlü sınav varda. Asıl ve öz olanlar vize, final ve bütünleme oluyor. Şimdi buradan sonrası için anlatması karışık ama başladık madem devam edelim. Şimdi ilk sınav vize olarak adlandırılıyor. Bu vize sınavı sonucunda aldığınız notun %60’ı ile daha sonradan gireceğiniz final sınavının da %40’ı sonucu, birlikte oluşan bu not, sizin dönem sonundaki harf notu değerlendirmenizde ortalamanızı oluşturuyor. Eğer finalden de 50’den düşük bir not alırsanız veya vize-final ile oluşan not ortalamanız, sınıf ortalamanızdan düşük olursa da son kurtarma sınavı olan bütünlemeye kalıyorsunuz. Genelde öğrenciler arasında “büt” diye kısaltılan bu sınavı da geçemeyince, maalesef seneye alttan ders olarak tekrar karşılaşıyorsunuz.
         Neyse burası teferruat kısmı zaten. Ben size bunların arka planını anlatacağım. Yani öğrenciler arasındaki konuşmaları J Bu vize haftaları kalabalık sınıfınızda dönüpte size selam bile vermeyen insanlar bir anda (öğrenci tabiriyle) kankanız olabilir. Kanka sandığınız insanlarla da aranız muhakkak açılır. Daha sonra fotokobiciyle birden samimi olmaya başlarsınız. Artık sizin için o mübarek notların bulunduğu yol bir; evinizin yolu iki olmuştur. İşte size o hafta oluşan diyaloglardan bazıları;

+ Hocam nerden çıkar, nasıl sorarsınız?
- Fix cevap; ben ne anlattıysam ondan sorumlusunuz (= hoca burada BÜTÜN KİTAP demek istiyor)

+ Amaaan finalde geçeriz. Olmadı büt, olmadı seneye (= çalışmamış ama kendini teselli etmeyi bile örnek öğrenci, dünya umurumda mı sanki havasındayız)

+ ”Oğlum ben çalışmadım, bana bişi sorma" (= diyerek her ne hikmetse o sınavlardan en yüksek notu alan arkadaşların dedikleridir bunlar)

+ Benim çok arkadaşım var, yeter ki işleri düşsün. (notları tam olan öğrenciden duyarsanız bunu)

+ Gözetmen: " Hadi arkadaşlar sınav başladı, küsün birbirinize" (= aslında burada önümüz kesilmese mükemmel dostluklar çıkarılıyor)

+ Kanka gel sana yemek ısmarlayayım. (= önce yumuşatmak lazım tabii)

+ Arkadaşlar sorular gerçekten kolay, dikkatli okuyun, hata yapmayın, birbirinize bakmayın, hatalı soru yok siz yeteri kadar çalışmamışsınız, elbette zor soru olacaktır bir iki tane, sonuçta en iyi çalışanı diğerlerinden elemek lazım. (= Hocalarımız bize sınav motivasyonu)

+ Fotokobiciyle kanka olduğumuz, fiyatta indirim yapmaya çalıştığımız haftalara ne denir?
- Vize Haftası

       En önemlisi de söylemeyi unuttum. Vize haftası, yaklaştığını hiç belli etmiyor. Bir anda “ne ara sınav haftası geldi yaa”  moduna düşüveriyorsunuz. Eğer yüksek ortalama yapmak niyetindeyseniz vizeyi önemsemeniz gerek malum %60 az bir oran değil. Ama genelde öğrenci milleti finalle arasını bozmamaya bakar. Canım ya acıdım şimdi vizeye, bildiğin önemsemiyoruz.
      Son olarak, "Öğrenci, 150 sayfalık kitabı 7 haftada bitiremeyip, 1 gecede hatmedebilendir." sözüyle noktalıyorum. Bu da biz öğrencilerin özlü sözü, misyonu, vizyonu, her şeyidir 
J

27 Mart 2013 Çarşamba

Sessizliğim Karanlık Ama Aydınlık Bir Gülüş de Var :)


         Kafasındaki bir sürü soru işaretini, kulağındaki müziği sürekli tekrar ederek dinliyordu. Aniden renkli olan hayatı, bazen bir melodiyle, bazen bir anıyla yerle bir olabiliyor, birden tüm renkler siyah-beyaza dönüşebiliyordu.
      Zamanla insanların konuşmalarından kendine yarayacak kısmı çıkartır olmuştu. “Yalnızlık” kelimesiydi şu sıralar canını yakan. Kendi iç sesiyle fazla yakınlaşmıştı. İnsanları anlamaya çalışmak yormuş, hala hayretle bazı davranışlarını izliyor, bir türlü anlam veremiyordu. Hal böyle olunca gitgide onları oldukları gibi kabullenmeye ve kendine dönmeye başlamıştı. Özü bir türlü kabullenemiyordu bu durumu fakat en sağlıklısı da buydu. Kendini güçlü biri göstermekten, güler yüzünden sıkılmıştı artık. İçine dokunan biri olsun istiyordu, aslında bakışlarının altında yatanları anlasın, söylemek istediklerini ama dile dökemediklerini biri fark etsin istiyordu. Sadece sevgili değildi bahsettiği, bir dost, bir arkadaş, istediği aslında bir yardım eliydi sadece. Kendi başına olacak gibi değildi çünkü sürekli eksik bir parça, sürekli aynı şeyleri defalarca düşünme, gitgide yaşlandığını hissetti bir an. Bedeni şu an burada ve genç; ruhu ise kendisinden milyonlarca kilometre uzakta ve yaşlanmıştı.
      Biraz gülmek istiyordu sadece. Ama artık gülmek onun için fiziksel bir iş gibiydi. İnsanların sorularından ancak ve ancak gülümseme ile oluşturduğu maskesi kurtarıyordu onu. İçinde söylemek istediği, yaşamak istediği o kadar çok şey vardı ki. Bazen ayna karşısına geçip “hayır bu ben değilim” derdi kendine. Kızardı, hırpalardı kendini. Sanki aklındaki düşünceler yormazmış gibi, kendi gözlerinin içine baka baka etrafa savurduğu gülücüklere kendini de inandırmak istedi, sadece bir an bu yaptığı şeyi aptalca bulup gülümsese de, eski buhran halini alması çok uzun sürmedi.  Bir türlü işin içinden çıkamıyordu. Sonra aklına küçükken ne olacaksın sorusuna verdiği cevaplar geldi, ilk cevabı yalnız olmak istemiyorum olmuştu, ikincisi topuklu ayakkabı giyeceği herhangi bir yerdi.  Galiba birinci cevabı çok istemiş olacaktı ki, gerçekleşmiyordu bir türlü. Herkese kucak dolusu güvenle, sevgiyle yaklaşırdı, sonra bir hatada puff hepsi uçar giderdi. Tereddütlerden, şüpheden hiç hoşlanmazdı gel gelelim hayatı boyunca hep bu duygular içine sıkışmıştı. O an gözü cama ilişti bir anda, küçük bir kız çocuğu rengarenk balonlarıyla kahkahalar ata ata yürüyordu yolda. İçinden geçirdiği ilk şey, “içimde ne varsa beni bu kadar sıkan, doldurup taşıran; hepsini bir balon içine üfleyeceğim sonra patlatacağım bir güzel geçip gidecek. “ olmuştu.
   ----İçinizde ölmeye yüz tutmuş, belki de ölmüş ama yükü hala sizde ağır olan o duyguların hepsini içinizden çıkarın, sessizliği bozun aniden ve kendinize bunu tekrarlayın taki gerçek bir kahkaha atana kadar. Ben bunu bir balonla yapacağım, sende kendi yolunu bul okuyucum. Ama sakın sessiz kalma, mesela aç bir müzik avazın çıktığı kadar bağır, hopla, zıpla ya da al bir kâğıt karala durmadan, resim çiz, çöp adamda olsa güldürmeyi başar kendini. Çünkü hayat çok kısa, bırak kendini ve artık deli dolu yaşa. .  En içten kahkahaların oluştuğunda da bu anı ve beni sakın unutma
J

23 Mart 2013 Cumartesi

Kocaman Açıyorum Ellerimi, Bana Papatyalarınla Gel


  Bazıları der ki "insanın başına gelebilecek en güzel şeydir aşk" hatta bazıları fazla abartır, onsuz yaşanılmaz derecesine getirir. Bazıları ise "aşık olmak güzel olabilirdi eğer sonrasında acı ile kavrulmasaydık" der.
  Hatırlamak için bir hafızamız varken, unutmak zorunda kalmak ne acı öyle değil mi?Zamanla unutuluyor ama zihninizde bir yerlerde, en alta gömdüğünüz o anılar bir gün su yüzüne çıkıyor. İşte o anılar hiç çıkmasınlar ordan. Ben tecrübeyi sevmem mesela. Neresi güzel ya, acı çekerek öğrendiğimiz bir şeyin nesi güzel olabilir ki? Bir sobaya dokunuyorsun, o elini yakıyor ve sonra bir soba gördüğünde diyorsun ki o beni yakar, ona dokunmam. Peki gördüğün diğer soba yanıyor mu, yanmıyor mu bunu biliyor musun? Buda onun gibi bir şey işte. .İnsan ister istemez, tecrübelerinden ders alarak önünü kesiyor olacakların. Ama olgunluk öyle değildir, yaşınız ilerledikçe bir şeylerin fakına varmak, hatanızı anlamak, düşünmek en önemlisi de bunlar güzeldir. Lakin sizde biliyorsunuz ki tecrübelerimiz sonucu olgunluk oluşur. Acıların peşinden güzel bir şeyler olması da hayatın bize oynadığı en büyük oyun herhalde.
   Şu da bir gerçektir ki, ben büyüdükçe anlıyorum bazı şeylerin değerini. Mesela aşk yok bana göre. Ama sevgi var, saygı var, fedakarlık var. İki insan arasındaki en uzak mesafe sadece ve sadece düşünceleridir. Birbirini anlayabilen insanlar arasında söze bile gerek kalmaz bazen. İşte öyle insanlar için vardır aşk, bu bir bağlanma biçimidir onlarda.
    Düşünün bir yoldasınız ve ağır adamlarla ilerliyorsunuz, eğer yanınızda o yolu özel kılacak biri varsa yada şöyle demeliyim sizin yürüdüğünüz o yolda görmediğiniz bir şeyi gösterebilen biri varsa, onu sakın bırakmayın. Çünkü hayat aynı görüşteki insanlarla yürüyemez bazen, siz zaten o yolu yürümüşsünüz biliyorsunuz, eğer yanınızdaki insanlar o yolda size anlam katmıyorsa, bırakın. 
    Demem o ki, bu yol sizin ömrünüzdür. Adım adım ilerlediğiniz ve yanınızda veyahut arkanızda ilerleyen insanlarla devam ettiğiniz bir yol. . Bırakın onlar arkanızda kalsın. Sizi yoran, üzen ne varsa onları bir çakıl taşı olarak görün. Ama şunu unutmayın, çakıl taşları küçüktür lakin kayıp düşmenize sebep olabilir bazen. O çakıl taşlarının o canlı renklerine kanmayın. Tabii birde hiç gitmesin dedikleriniz var, işte onlarda sizin papatyalarınızdır. Ne zaman seviyor/sevmiyor  diye sorsanız, hep "seviyorum" çıkan papatyalardır onlar. Sizinde ömür denilen bu yolda, papatyalarınızı kaybetmemek ve çakıl taşlarına rağmen dimdik yürüyebilmeniz dileklerimle.  :)


Belkide Mutluluk Körebe Oynuyordur Bizimle. .


   “Yoruldum” dedi kadın. Düşünmekten, hatta öyle bir düşünce ki bu beyni kemiren;  unutmaya çalışmaktan yoruldum. Böylesine delice bir düşünce bunalımından çıkmak için mücadeledeydi kendinle. Her şeyin sonu olduğunu biliyor fakat bir son olduğunu kabullenemiyordu bir türlü kendince. Sahi dile gelince kolay söylenebilen sözler, neden yüreklere işlemiyordu?
    Uzun bir süre oturduğu yerden dışarıya bakındı. Bir sürü tanımadığı yüzü çözmeye çalıştı, acaba bir kendi miydi bu denli zihnini meşgul eden. “Bu insanlar” dedi, “bu insanlar nereye gider, ne yapar, ne düşünür, zaman nasıl işler onlarda?” Zaman işliyordu elbette. Eskisinden de hızlıydı üstelik. Bazı anlar delicesine kahkaha attıran, bazı anlarda –ki şu an öyle bir andaydı-  da onu böyle düşünceler içinde bırakıp kaçardı zaman. Yaşamasının bir amacı olmasını dilerdi hep.
   “Sanırım zorlanıyorum” dedi. “Küçük yaşta, bu düşüncelerden yıpranacağım, düşünmek istemiyorum artık” diye geçirdi içinden.  Havalardan mı desem, belki de şarkılardan. O kadar karamsar, o kadar buhran içindeyim ki. Sahi neden bu üzerimdeki sis? Ne zaman çekilir bu kara bulut, güneş açacak mı tekrardan? Bahar gelip benimde içime kıpırtı katacak mı? Gelmeli bahar, açmalı çiçekler ve yüzüm gülmeli yeniden. Belki de bir çiçeğin açışı mutlu eder beni ya da yazın çıkacak tatil içerikli şarkılar da olabilir.
    Evet, evet kesinlikle “tatil” kelimesi bile huzur verdi şu an. İçimdeki kara bulutlar kalkmalı, artık o derinden nefes almalar yerini gülüşlere, heyecanlara, çekirdek çıtlatma seslerine bırakmalı mesela. Artık kötü haber duymak istemiyorum ben mesela, her gün cinayet haberleri, lüzumsuz kavgalar, asparagaslar, suçlamalar. Sahi düşününce ne kadar çok mutsuzluk yaratacak neden var, gel gelelim mutluluk yok. Beni bu sonu olmayan, ıssız bucaksız düşüncelerimden kurtaran neden bir şey yok” diyerek devam etti düşüncelerine. Biliyordu, kendini yıpratmaktan başka bir şey değildi bu, yapmaması gerekiyordu farkındaydı. Gel gelelim sanki beyni kendisinden bağımsız bir organ gibi, sürekli hükmediyordu ona. Binlerce düşünce kuytu yerlerinden çıkıp gene esir almıştı onu.
    Sonra bir on dakika durdu, düşündü. “Bu ben değilim” dedi içinden. “Ben bu kadar güçsüz değilim, hala buradayım ve pes etmeye hiçte hevesim yok”. Aklından geçen cümleleri o an döktü kağıda; “Benim biraz yaşamaya ihtiyacım var, tüm bu dertler içinde. Benim nefes almaya ihtiyacım var, bu isli şehirde. Benim gülmeye ihtiyacım var, kader yazgım içinde.  Kaybedecek vaktim yok, akıp giden bu zaman içinde. Artık şimşek çaktı, yağmur da yağdıysa gökkuşağım nerede? Bende o gökkuşağını yaratmak için güneş açtıracağım zihnimde” dedi ve bir düşünce buhranından da kendisini tebessümle kaldırdı sandalyeden.
    ----Yaşam sizi zorlayabilir, buna alışkınız. Lakin önemli olan zorlandığımız o anlarda, en dipte bile olsak kendi kendinize oradan kalkmaktır. Yaşam amacınızı bir insana bağlamayın, kendiniz bir neden yaratın her zaman. Çünkü bir gün herkes gittiğinde, baş başa kalacaksınız kendinizle. Unutmayın ne olursa olsun, güvenebileceğiniz tek insan kendinizdir. Çünkü bir insana duyduğunuz güveni kaybettiğinizde, kendi içinizdeki inancı da kaybetmiş olursunuz. 
    Son olarak  A.J. Cronin bir sözüyle sonlandıracağım yazımı. "Üzülmek, yarının sıkıntısından bir şey eksiltmez, sadece bugünün gücünü tüketir."  Sizin içinizde, sizin bile farkına varamadığınız o derin kuytularda, sizi bekleyen bir gökkuşağı var, onu bulabilmeniz dileğiyle. .

18 Mart 2013 Pazartesi

Metin Bozkurt benim için yazdıııı :)

Kaderin Cilvesi

    Kaderin cilvesi işte.. Bazen insanı yanlışa sürükleyip, doğru olanları kaybettirir. Bazen de tam tersi olur. Yanlış olandan kurtulur, doğru olanları kazandırır.
    Öyle bir cilveleşir ki seninle bazen, insanı hayata küstürür. Yılbaşı gecesi en sevdiğini yanından alır. Ondan sonra da ”hadi bakalım bundan sonra sana yılbaşı falan yok” der. Senin için her senenin başı, aslında bir son gibidir. Etrafındaki herkes gülüp oynarken, sen sevinemez, mutlu olamazsın. Mutlu olursan kendini suçlu hissedersin. Asıl cilve buradadır işte. Mutlu olmaktan korkarsın, kaygı duyarsın.
    Tabi bazen de güzel cilveleşmek ister seninle. Hep kötü olacak değil ya. Yorgun ve kırgın olduğun bir zamanda, karşına çıkarır yeni arkadaşlar. Yerde sendelerken, elinden tutturur. Tam pes edecekken yetişir. Öyle oldu yine. Nur çıktı karşıma. Yazmayı tekrar sevdirdi bana. Kötü günümde yanımda oldu, destek oldu. Dertleştik, içimizi açtık birbirimize. Gece uyuyamadığında ninniler okudum ona. 23 yaşımda ilk kez birine ninni okudum, daha doğrusu yazdım. Yüzümü güldürüyor, destek oluyor. Bu cümleleri yazmamın sebebidir kendisi.
    Cilveleşti bizimle kader işte. Memleketimizde denk gelemedik bir türlü ama ufacık Bartın bizi buluşturdu. İlerde iki başarılı yazar olup, bu tanışıklığı devam ettirmek istiyoruz. Amma iyi olur değil mi (:

16 Mart 2013 Cumartesi

Hayata İnat, Direniş Hikayeni "SEN" Yarat!

   Sebepsiz mutlulukları olmalı insanın, canının yandığı, umudunu kestiği o an yüzüne bir tutam gülümseme gelebilmeli.
   İşte o zamanlardan birinde yazıyorum sana okuyucum. Ben bir üniversite öğrencisiyim, tabii tahmin edersin ki kolay değil doğup büyüdüğün şehirden ayrılmak, en önemlisi ise yol iz bilmediğin bir yerde tutunmaya çalışmak. Tutunmaya çalışırken oluşan o aile özlemi, ev ortamı onları söylememe gerek yok herhalde. Ama trajı komik bir şekilde zaman hızla geçiyor ve neredeyse 2.sınıf bitmek üzere, nasıl geldim, ne ara bu kadar ilerledik bazen gerçekten zamanın hızına yetişemiyorum. Lakin işin ucunda tatil kısmı varsa o ayrı, sanki daha da hızlı geçiyor zaman, hele ki o tatil döneminde evinize gelmişseniz, "ne ara geldim sevindik, ne ara gidiyorum hüzünlendik" moduna hemen giriyorsunuz. Aynı benim şu an yaşadığım gibi. Bir kaçamakla evime geldim. Her zamanki gibi harika bir karşılama; elinde en sevdiğiniz çikolatalardan oluşan bir paket- babam, o kadar mutlu ki sizi koklamanın neşesini taa gözlerinden okuyabileceğiniz bir kadın- annem ve "bavulunu ben taşırım, sen yorulma geç şöyle" diyerek ben büyüdüm artık o ufak yakışıklın değilim mesajını veren kardeşim.Hayatınızda sizi karşılıksız seven o insanlar, işte o insanlar iyiki varlar! Şimdi düşününce kendi kendime ne kadar lüzumsuz insanlar için kırdım kendimi, üzdüm, hırpaladım, ağladım. halbuki bu gözyaşlarını hakedecek çok az insan vardı ve onlar da zaten hep yanımdalardı. Kısa zaman diliminde hayatıma giren ama çok kısa zaman diliminin acısını köküne kadar yaşatanlara inat, yıllarca hayatımda olup bir gözyaşım için fedakarlıktan kaçmayacak insanlar vardı hayatımda. İşte yaşamakta böyle bir şeydi zaten. Gözünün önündekini görmez insan, yetinemez bazen. Neden daha fazla mutlu olmayayım, neden sadece beni onlar sevsin ki düşünceleriyle boğuşur. Sonra da o boğuştuğu buhranla boğulur.
   Şunu diyeceğim okuyucum, yanı başındaki mutluluklara sırtını asla dönme. Evet, hayat zor ve acımasız biliyorum. Ama hayata pabucunu ters giydirebilmeyide ancak ve ancak sen yapabilirsin. Bir kurtarıcı bekleme zira onlar senin içindeler, sadece bakmayı bil. Göreceksin, yanında olması gerekenler zaten yanında olacaklardır.Sonra ne yapacaksın biliyor musun?
   Tutacaksın sonuna kadar o mutluluk sebeplerini ve diyeceksin ki "hızla akıp geçen zamana inat, tutacağım ellerinizden bırakmayacağım sizi" Çünkü hayat en umutsuz anda bile içindeki direnişle yaşanılacak bir yer haline gelebilir. İçindeki o direnişi, umudu asla ve asla kaybetmemen dileğiyle. .

12 Mart 2013 Salı

Bir Tutam Kader, İki Ölçek Umut


    Kelimelerin bile tükendiği anlar vardır ya hani, “söylesen tesiri yok, sussam gönül razı değil” dediğiniz an o anlardır işte.
    Birden bütün canlı renkler pastel olur, birden bütün tadınız tuzunuz kaçar. Çok söz vardır söylenecek aslında ama dinleyen yoktur. Sesiniz istediğiniz kişilere ulaşmıyordur. Kendi içinizdeki duvarlara çarpıp duruyorsunuzdur, kendi sesiniz yankılanır kulaklarınızda, kafanızın içinde bir ses gitmek bilmez bir türlü. Olduğunuz yerde çırpınsanız da nafile sonuç belli boğulacaksınız ama yine de kurtulma çabası ile bir umut debelleşeceksiniz kendinizle.
    İşte burası tam olarak sonun başlangıcıdır. Dönüm noktalarınızdan oluşur hayat. Her zaman iki şık vardır bakın sınavlardaki gibi dört tanede değil, ama nedense biz o iki şık içinde bile doğruyu seçmekte o kadar zorlanırız ki. Bile bile yanlış şıkkı seçeceğiniz tek dönüm noktanız ise AŞK’tır. Evet, aşk. .Karşınızdaki insan size defalarca yalanda söylese, istemiyorum dese, kötü veya iyi artık size uymasa bile gidip gene onu seçecek, hiç düşünmeden tek bir laf etse yine inanacağınız tek kişi sevdiğiniz, aşık olduğunuz insanlardır. Vazgeçemediğiniz, isteseniz de vazgeçmeyi beceremediğiniz tek konu. Ama unuttuğumuz bir şey var ki, buda SON’lardır. Herkesin kendisine biçilmiş bir ömrü ve bununda bir sonu olduğu gibi, her şeyin muhakkak bir sonu vardır. Bazıları mutlu, bazıları mutsuz bir sürü son. Mutlu sonlara diyecek sözüm yok ama eğer mutsuz sona yakalandıysanız bir kere ve yaşayamam dediğiniz halde yaşayabiliyorsanız, her zaman umutlarda vardır, sakın ama sakın dahasında umutlar varken, vazgeçmeyin! Çünkü insanı ayakta tutan tek şeydir umudu, hayalleri. İnsan ömrü zaten o hayallere ulaşmak için geçmez mi? Neden bu kadar eğitim alıyoruz? Hayallerimize yaklaşmak için, istediğimiz yerlerde olabilmek için öyle değil mi? Bu sadece kariyer anlamında değil her alanda umutlarınızdan, hayallerinizden birisi veya birileri için sakın vazgeçmeyin. Herkes gitse de sizden gitmeyecek tek şey onlardır çünkü.
    Ne dedik başlıkta bir tutam kader, iki ölçek umut. Yaşama tutunmayı bir şekilde becerebilmeliyiz maalesef. Düşsekte kalkmalıyız tökezlendiğimiz yerden. Unutmamalıyız ki,  “Her başlangıcın bir sonu, her sonun da bir başlangıcı” muhakkak vardır, yaşayıp göreceğiz hep birlikte. .
   Umut Işığım filminden bir kesitle sonlandırıyorum yazımı; Peki şimdi ne yapacağım biliyor musun? Bütün bu olumsuzlukları yakıt olarak kullanıp, bir umut ışığı yakacağım..